Öldürülmelerinin 90. Yılında
Mustafa Suphileri Anma Toplantısı
30.01.2011
Değerli Yoldaşlar,
Nazım Türkiyeli komünistlere “28 Kanunisani’yi unutma” diyor. Neden Kanunisanin 28’ini unutmamız gerekir? Ne oldu 28 Kanunisani’de? Nedir 28 Kanunisaninin partimizin ve Türkiye’nin tarihindeki yeri ve anlamı?
Bundan 90 yıl önce 28 Kanunisani 1921’de, yani 28 Ocak 1921’de Bakü’den Anadolu’ya gelen, aralarında Mustaf Suphi’nin ve Ethem Nejat’ın da olduğu partimiz Türkiye Komünist Partisinin kurucu ve yöneticisi 15 yoldaşımızı, Türkiye’nin ilk bolşeviklerini Mustafa Kemal Karadeniz’de hunharca katlettirmiştir. Bu sıradan bir cinayet değildi. Bu bir sınıf savaşı idi. O gün Karadeniz’de iki sınıf savaştı: Bir yanda emperyalizmle işbirliği içinde egemenliğini kurmaya çalışan Türk burjuvazisi ve onların temsilcileri kemalistler, diğer yanda işçi sınıfı ve köylüler, emekçi halk ve onların temsilcisi Mustaf Suphiler. Biri silahlı, diğeri silahsız… O gece Karadeniz’in karanlık sularında 15 Yoldaşımızı kaybettik.
Ittihatcısı, islamcısıyla birlikte kemalistlerin işçi sınıfına, onun partisi ve yöneticilerine bu barbar kanlı saldırısı, yalnız partimiz tarihinde değil, Türkiye tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Bugün ülkede yaşanan sorunların temelinde o gün Karadeniz’de Suphileri boğan anlayış yatmaktadır. Emperyalizm güdümünde bir Cumhuriyetin kurulması, halkların inkarına dayanan bir Türk milletinin yaratılmaya çalışılması ve üniter bir devletin oluşması, toplumda çarpık bir tarih bilincinin yerleştirilmesi Karadeniz’deki cinayetle sıkı sıkıya bağlıdır. Bu cinayet, Ankara Hükümetinin, halkın emperyalizme karşı verdiği ulusal kurtuluş savaşını boğma ve emperyalizmle bütünleşme planının bir parçaşıydı. Bu plan Anadolu’da yükselen Bolşevik dalgasını bastırma, Komünist Partisinin etkisni kırma, “Yeşil Orduyu”, Meclis’teki Halk Zümresini yok etme ile başladı, TKP’yi yasaklama ve Kürt halkını inkar etmekle devam etti. Günümüzde Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu alamak için 1918 ile 1920’li yılların başında dünyada ve Anadolu’daki gelişmelerin çok iyi bilinmesi ve anlaşılması gerekmektedir. Bizim için bu gelişmelerin başınada dünyayı sarsan Büyük Ekim Devrimi ve Ulusal Kurtuluş Savaşında Partimizin ve Mustafa Suphinin bolşevik mücadelesi, Kürt halkının Şeyh Mahmuttan Şey Said’e kadar olan özgürlük savaşları ve isyanları gelir. Onun için önce Mustafa Suphi’nin Büyük Ekim Devrimi ile Anadoludaki antiemperyalist direnişi bağlayan ve yöneten mücadelesini görmek ve çok iyi anlamak gerekmektedir. Bu konuda bugün burada söylenecek olanlar geçen sene Suphileri anma toplantısında söylenenlerin bir özeti olacaktır. Geniş bilgi için geçen seneki kouşmayı sitemizden okunmasını öneririz. Partimiz ve Türkiye tarihinin dönüm noktaları olan Mustafa Suphi’nin yasamındaki önemli başlıkları şöyle sıralayabiliriz.
Mustafa Suphi Bolşevikleşiyor
Paris’deki eğitiminden sonra yurda dönen Mustafa Suphi Ittihatcılara karşı mücadele ettiği için 15 yıllık kürek cezasıyla Sinop kalesine sürüldü. O 1914’de bu kaleden Rusya’ya kaçmayı başardı. Bundan sonraki gelişmeler yalnız Mustafa Suphi için değil, Türkiye işçi hareketi için de bir dönüm noktası oldu. O dönem Rusya dünya devrimci hareketinin merkezi olmaya başlamıştı. Bu hareketin başında Lenin’in yönetimindeki Bolşevik Partisi bulunuyordu. Rusya’da Mustafa Suphi Bolşeviklerle, Marksist literatürle, Lenin’in eserleriyle tanıştı. Bolşevik oldu, Bolşevik Partisine girdi. Bu Türkiye işçi sınıfında Bolşevikleşmenin, yani bilimsel sosyalizm temelinde Markscı-Leninci ilkelerle tanışmanın ve çalışmanın, örgütlenmenin ilk adımıydı. Böylece Türkiye işçi sınıfında Ittihatcılardan, II. Enternasyolden kurtulma, Bolşevikleşme dönemi başladı. Mustafa Suphi Büyük Oktobr Devrimine katıldı. Birinci Dünya Savaşında Rusya’ya esir düşen Türkiyeli askerler arasında çalıştı. Onlar arasında parti birimleri oluşturdu. Onlardan gönüllü Kızıl Alaylar kurdu. Bu Alaylar Sovyetlere saldıran emperyalist güçlere, onların desteklediği Beyaz Ordulara, Wrangellere, Denikinlere, Kolçaklara karşı Volga boylarında, Urallarda, Kafkaslarda, Orta Asya’da savaştı. Diğer enternasyonalist birliklerle birlikte Sovyet iktidarını savundu. Işte TKP’nin ilk nüveleri Sovyet iktidarını savunan, emperyalizme karşı savaşan enternasyonalist, bolşevik olan bu komünistler tarafından kuruldu ve bunlar tarafından yönetilip yönlendirildi.
O zaman Rusya’ya esir düşen bu Türkiyeli askerlerin dünyanın çehresini değiştiren Ekim Devrimine katılmaları, onu yaşamaları, Rus işçi ve köylülerinin koca Çarlığı devirip burjuva iktidarına son verdiklerini ve Lenin’in önderliğinde kendi iktidarları olan Sovyet iktidarını kurduklarını görmeleri, onların yaşamını derinden etkiledi. Onlar işçi ve köylülerin, emekçilerin, yani sömürülenlerin sömürenleri alt edip, sömürüsüz, baskısız yepyeni bir dünya kuruluşunun deneyleriyle ülkeye döndüler. O zaman Büyük Ekim Devriminin açtığı ulusal ve sosyal kurtuluş fikirleri tüm dünyada olduğu gibi Kafkaslar’da ve Orta Asya’da ve Osmalı topraklarında da derin yankılar uyandırıyordu. Ekim Devrimi ülkeye dalan emperyalistlere, onlarla işbiliği yapan padişahlığa, ağa ve beylere, burjuvalara karşı kurtuluş mücadelesinin verilebileceğini ve başarılabileceğini gösteriyordu.
Osmanlıların 1918 de Almanlarla birlikte girdikleri 1. Dünya Savaşını kaybedip, ülkeye Ingilizler, Fransızlar, Italyanlar ve Yunanlılar dalmaya başlayınca, Anadolu halkı Ekim Devriminin etkisiyle Lazistan’da, Kürdistan’da, Batı, Güney ve Orta Anadolu’da Istanbul’da emperyalistlere, padişaha, ağa ve beylere, burjuvalara karşı direnmeye başladı. Bu direnişlerin başınada Sovyet Rusya’da Büyük Ekim Devrimini görmüş ve Mustafa Suphinin eğitiminden geçmiş komünistler, Bolşevikler vardı. Bu komünistler, Bolşevikler hem parti örgütleri kurdular, hem de ülkeye dalan emperyalsit güçlere, onlarla işbirliği yapan padişahlığa, ağa ve burjuvaziye karşı savaşacak direniş birlikleri, çetelerden oluşan gönüllü alay ve ordular oluşturmaya başladılar. Yunanlıların Anadolu’da ilerleyişini engelleyen, Ingilizine, Fransızına, Italyanına, ülkeye dalan emperyalist güçlere karşı direnişe geçen Komünistlerin, Bolşeviklerin etkin olduğu bu çete birlikleri ve alaylardı. Ittihatcılar ve Mustafa Kemal değildi. Tarihimizde bu gerçeğin çok iyi bilinmesi gerekir.
Bu Alaylardan bir tanesi, Karadeniz’de öldürülen TKP Merkez Komitesi Politbüro üyesi Topcu Ismail Hakkı’nın 1920 yılı başlarında Kütahya’da kurduğu, Yeşil Orduya bağlı olan Gönüllü Halk Alayı idi. Bir diğeri TKP kurucularından Affan Hikmet’in, daha Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan önce Bandırma’da liman ve demiryolu işçilerinden kurduğu, Maydos’da Ingiliz silah depolarını basıp, elde ettiği silahları Anadolu içlerine gönderen gerilla grubuydu. Işgal altında olan Istanbul’daki direnişin başında da yine komünistler vardı. Bu komünistler hem Rusya’dan Mustafa Suphi’nin gönderdiği ve Onunla direk bağlı olan komünistlerdi, hem de Mustafa Suphi’nin kendileriyle bağ kurduğu TKP’nin ikinci kolu olan Alamanya’dan Spartaküs hareketinden gelen Ethem Nejat’ın ve Paris’ten gelen ve Jean Jaures’in etkisinden kurtulamayan Şefik Hüsnü’nün de içinde olduğu, Türkiye Işçi Çiftçi Sosyalist Partisi grubuydu. Bunlardan Ethem Nejat Bakü’de toplanan TKP kongresine katıldı. Genel Sekreter seçildi. Ama Şefik Hüsünü Kongreye gitmedi. Daha o zaman bu davaranışıyla Şefik Hüsnü iki yüzlülüğünü ortaya koymuştu.
Bolşeviklerin ve Büyük Ekim Devriminin etkisyle ve Mustafa Suphi’nin çalışmasıyla Anadolu’da oluşan en büyük ve güçlü askeri ve siyasi hareket “Yeşil Ordu” hareketidir. Bu hareketin içinde Ittihatcılar ve müslüman güçler de vardı, ama esas olarak komünistler, Bolşevikler ve Çerkez Ethem etkindi. Yeşil Ordu’nun Nizamnamesinde ve mücadelesinde bu açıkca görülür. Nizamnamesinde Yeşil Ordu’nun amaçının “Avrupa emperyalizminin hulul ve istila siyasetini tard etmek”, “Türkiye’de… her nevi emperyalizm cereyanlarını ve sermayelerin haksız tagallüb ve tahakkümlerini ref ve izale etmek” olduğu belirtilmekte, “bey-nel-beşer kızıl ve yeşil bayrakların ittihadı” savunulmakta ve Yeşil Ordu’nun Merkez-i umumiyesinin “bütün yeşil ordu teşkilatlarına malik memleketlerle rabıtada bulunduğu gibi Moskova kızıl orduları merkeziyle de münasebette” olduğu açıklanmaktadır. Bunlar gösteriyor ki, Yeşil Ordu Orta Asya’dakı müslüman halkların mücadelsinin ve Mustafa Suphi’nin çalışmasının Anadolu’daki bir koluydu.
Yeşil Orduya bağlı komünistlerin ve Çerkez Ethem’in komutasındaki silahlı halk birlikleri 1919 ve 1920 senelerinde Anadolu’da emperyalizme, ağa ve beylere karşı savaşan tek silahlı güçtü. Mustafa Kemal Ankara’da Meclisi toplamıştı, ama elinde askeri bir güç yoktu. Mondros mütareeksiyle ordu silasızlandırılmış ve dağıtılmıştı. Mustafa Kemal’in ne Ingilizlerin desteğinde ilerleyen Yunanlıları durduracak, ne de Ankara’da topladığı Meclisi koruyacak bir güçü vardı. Anadolu’da Ingilizlerin baskısıyla Padişahın hilafet adına halkı isyana çağırması üzerine patlak veren isyanları bastıracak güçü ise hiç yoktu. Tek güç halkın silahlı birliği Yeşil Ordu idi. Yeşil Ordu’ya bağlı birlikler bir yandan emperyalistlere karşı savaşırken, diğer yandan Balıkesir’de padişahcı Anzavur’un kuvvetlerini yendiler, Geyve’de Kuvay-ı Inzibatiye’nin sıkıştırdıği Ali Fuat Paşanın yardımına koştular, Düzce isyanını, Yozgat’daki Çapanoğulları isyanını bastırdılar. Yeşil Ordu birliklerinin şahsında Çerkez Ethem Ankara’da halk tarafından ve Mecliste milletvekilleri tarafından çoşkuyla karşılandı.
Bir yandan Ekim Devrimiyle Rusya işçilerinin elde ettikleri zaferler, diğer yandan Yeşil ordunun emperyalist ve padişah güçlerine karşı elde ettikleri başarılar Anadolu’da, Istanbul’da işçi sınıfı, köylüler ve halk yığınları arasında Sovyet Rusya’a, Bolşevizme ve halk güçlerine karşı duyulan saygı ve sevgiyi arttırıyordu. Anadolu’da Bolşevizmin artan etkisi Ankara’da Mecliste de kendini gösteriyordu. Mustafa Kemal 1920 Mayıs ve Temmuz aylarında Meclis’in gizli celselerinde yaptığı konuşmalarda “Kuşkusuz Bolşevikliğin yayılması ve başarışı her kes tarafından bilinmektedir” ve “bir kısım arkadaşlar illa Bolşevik olalım gibi bir düşüncededirler…. Biz Bolşeviklerden söz ettiğimiz zaman bir Bolşevik Rusyası Sovyet Cumhuriyeti var, kaynakları var. Onlar bizim düşmanlarımızın düşmanıdır. Biz kendi isteklerimizi gerçekleştirmek için bunlarla birlikte hareket edebiliriz. Yoksa isteklerimizi bırakmak… söz konusu değildir…” diyerek hem Sovyet iktidarından yararlanmayı, hem de Bolşevizmin artan etkisinden duyduğu endişeleri ifade ediyordu. Bolşevizmin artan etkisi karşısında, Mustafa Kemal’i, ağa ve beyleri korkutan, Yeşil Ordunun Rus ve Türkiyeli Komünistlerle, özellikle Mustafa Suphi’yle kurdukları ilişkilerdi. Diğer yandan Ankara kendisine yardım edecek tek güçün Rusya’da iktidarı alan Bolşevikler olduğunu çok iyi biliyordu.
Mustafa Kemal hemen Moskova’ya elçiler gönderdi, Lenin’e mektuplar yazdı. Bu mektuplarda önce emperyalizme karşı “Bolşevik Ruslarla işbirliği”ni kabul ettiğini belirterek “milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist kuvvetleri tart” etmek için “5 milyon altın”… “cephane”… ve “sihhiye malzeme” yardımı istedi. Sovyetler tam o günlerde emperyalist devletlere ve Beyaz Ordulara karşı bir iç savaş içinde olmasına rağmen, Ankara’ya yardım elini uzattı. Altın ve silah yardımı yaptı. Bu yardımlar Türkiye halklarının Sovyetlere, Bolşevizme karşı sevgisini daha da arttıtdı.
Türkiye Işçi sınıfInın Bolşevik Partisi TKP kuruluyor
Mustafa Suphi Rusya’da ilk parti birimlerini kurduktan sonra, Markscı-Leninci propagandayı yaymak, bütün komünistleri ve sosyalistleri bir komünist gazete çevresinde toplamak için, 1918 senesinde Moskova’da Türkçe “Yeni Dünya” gazetesini çıkarttı. Gazete hem Rusya’da hem de Anadolu’da dağıtıldı, tüm Türk devrimcilerinin savaş organı oldu. Mustafa Suphi, Sovyetlerde, ilerde Türkiye Komünist Partisinin devrimci kollarından biri olan Türk Sol Sosyalistlerinin Birinci Kongresini topladı. 1919 da toplanan III. Enternasyonalin Birinci Kongresine Türkiye Komünist Örgütünün temsilcisi olarak katıldı.
1920 senesinde Mustafa Suphi bir yandan Sovyetlerde Beyaz Ordulara karşı savaşırken, diğer yandan Istanbul’da ve Anodolu’daki çalışmalarını hızlandırdı. 1920 Haziranında Mustafa Suphinin yönlendirmesiyle Anadolu’da Türkiye Komünist Partisi kuruldu. 14 Temmuz 1920’de parti yayınladığı beyannamede, Istanbul hükümetine karşı çıkılmakta, Mustafa Kemal milliyetcilikle, komünistlere, Sovyet Rusya’ya ve Üçüncü Enternasyonale iki yüzlü davranmakla itham edilmekte ve “eski akideler üzerine bina edilen hal-i hazır tarz-ı idaresini yıkmak”tan söz etmektedir. Diğer yandan Istanbul’da da Mustafa Suphi ile bağlı Ethem Nejat yönetimindeki komünistler çalışmalarını hızlandırmışlardı.
Artık hem padişahlığa ve gerici güçlere, hem de ülkeye dalan emperyalist güçlere karşı işçi sınıfının ve köylülerin, emekçi yığınların, savaşını daha etken yürütmek için Bolşevik komünist örgütleri bir çatı altında toplama ve Türkiye Komünist Partisini kurma zamanı gelmişti. Bu Ulusal Kurtuluş Savaşının antiemperyalist demokratik bir halk devrimiyle sonuçlanması için de zorunluktu. TKP’nin birinci kuruluş kongre 10 Eylül 1920 de Bakü’de toplandı. Kongreye 51’i Anadolu ve Istanbul’dan olmak üzre 75 delege katıdı. Istanbul’dan gelen delegasyonun başında Ethem Nejat vardı. Mustafa Suphi’nin isteğine rağmen Şefik Hüsnü bu kongreye gelmedi. O 1922 de Ankara’da toplanan 2. Kongrye de katılmadı. O Anadolu’daki gelişen komünist hareketi ve komünistlerin etkinliğinde yürüyen emperyalizme karşı savaşı küçümseyen biriydi ve bolşevik değildi.
TKP’nin kurulması Türkiye işçi sınıfı ve köylülerinin, emekçi halkının mücadelesinde yeni bir aşamaydı. TKP ile Türkiye işçi sınıfı ve köylüleri, emekçileri Markscı-Leninci ilkelere bağlı, bilimsel sosyalizm temelinde hazırlanmış eylem programına ve tüzüğe sahip, çelik disiplinli yeni tip Bolşevik bir partiye, devrimci bir örgüte ve silaha kavuştu. Ülkede Komünist Partisinin, Bolşevizmin devrimci etkisi işçi ve köylü yığınları, aydınları arasında kendini gösteriyordu.
Bolşevizmin, Sovyetlerin, Komünist Partisinin artan etkisi Mustafa Kemal’i ve yeni doğmakta olan burjuvaziyi sürekli korkutuyor, onları Ulusal Kurtuluş Hareketinin önderliğini elden kaçırma kaygısına düşürüyordu. Mustafa Kemal ve çevresi biran evvel emperyalizme karşı verilen mücadelede komünistlerin etkisindeki halk güçlerini ezmek, öncülüğü onların elinden almak, Sovyetlerin etkisinden kurtulmak ve emperyalist güçlerle uzlaşmak istiyordu. Ama buna güçü yetmiyordu. 920 yılı Eylül ve Ekim aylarında elinde bunu yapacak henüz silahlı bir güç yoktu, kendisine emperyalistler de daha yüz vermiyordu, Yunan orduları ise hızla ilerliyordu. Hala hem Sovyet Rusya’nın, hem de Yeşil Ordu’nun, Bolşeviklerin ve komünistlerin yardımına ihtiyacı vardı.
Buna rağmen Mustafa Kemal ve onun Meclis içinde ve dışındaki çevreleri, generalleri Bolşevizmin, komünizmin memlekette yayılmasını engellemek, “tehlikeyi” önlemek, Yeşil Ordu’nun etkisini kırmak için planlar yapmaya, her türlü yöntemlere başvurmaya başladılar. Bunlardan biri Halk Zümresine karşı tutumdur, diğeri sahte resmi komünist partisi kurma ve en önemlisi düzenli ordu kurulmasının hızlandırılmasıdır.
Halk Zümresi Mecliste Yeşil Ordu ve TKP’ye bağlı mebuslardan oluşan bir gruptu. 1920 Eylül başında bu ruptan Tokat Mebusu Nazım Bey Dahiliye Vekili seçildi. Mustafa Kemal hemen veto etti. “Ya o, ye ben” dedi. Nazım Bey’i istifaya zorladı. Halk Zümresini parçalayıp yok etmek için elinden geleni yaptı.
Mustafa Kemal’in, özellikle 1. Kongresinden sonra TKP’nin etkisini kırmak, işçi, köylü ve emekçi yığınlarını TKP’den uzak tutmak, ama Sovyetlere hoş görünmek için bir başka planı da 1920 Ekimin’de resmi bir komünist partisi kurmak oldu. İçinde başta Mustafa Kemal’in ve yakın çeresinin ve ordu komutanlarının üye olduğu bu parti, Komintern’e bir heyet yolladı. Ama kabul edilmedi. Çünkü Komintern’de Türkiye işçi sınıfının temsilcisi Mustafa Suphi’nin kurduğu TKP vardı. Bugün devlet destekli kurulan SIP-TKP de aynı işlevi görmektedir. SIP-TPK’nin o günkü sahte TKP’den farkı ayrı ayrı tarisel koşullarda ortaya çıkmalarıdır. Ikisede sahtedir, ikisi de resmi TKP’dir. Biri Mustafa Kemal’in kurduğu partidir, değeri de MGK’nın şemsiyesi altında, Ankara Savcisının izniyle kurulan ve Başkanı Aydemir Güler’in savcıya NTV’daki canlı yayında yaptığı teşekkürle kurulan partidir.
Mustafa Kemal’in en büyük uğraşısı bir askeri güçe sahip olabilmekti. Bunun için O 1920 Eylül’ünde Meclise düzenli bir ordu kurma kararı aldırttı. Ama düzenli ordunun kurulması ve harekete hazır bir hale getirilmesi zaman alıyordu. Ordu ancak kasım ayında oluşturulabildi. Böylece ülkede iki ordu meydana geldi: biri komünistlerin etkisindeki halk ordusu, diğeri burjuvazinin, Mustafa Kemal’in düzenli ordusu. Bu iki güç arasında içten içe, kıran kırana bir savaş gidiyordu, bir sınıf savaşı.
Bu sıralarda Empeyalist güçler hala daha Mustafa Kemal’le, Ankara ile anlaşmaya, görüşmeye yanaşmıyordu, çünkü Sovyet Rusya’daki iç savaşta “kim-kimi” sorunu daha çözülmemişti. İç savaşı Kızıl Ordu mu, yoksa Beyaz Ordular mı kazanacaktı? Rusya’da Sovyet iktidarı kalacak mı, yoksa eski Çarlık ve burjuva rejimi geri mi gelecekti? Mustafa Kemal’in ve Ankara Hükümetinin geleceği bu sorulara bağlıydı. Kızıl ordu yenilir, Sovyet iktidarı yıkılırsa, emperyalistlerce Sevres anlaşmasından vazgeçmek, işgal ettikleri bölgleri terk etmek için bir neden yoktu. Ama savaşı Kızıl Ordu kazanır ve Moskova’da Sovyet iktidarı kalırsa durumun yeniden gözden geçirilmesi gerekecekti. Emperyalistler Moskova’da olayların nasıl gelişeceği konusunda zaman kazanmaya bakıyordu. Desteklediği Yunan Ordusu ise hızla Ankara’ya doğru ilerliyordu. Mustafa Kemal için zaman henüz komünistlerle, bolşeviklerle, diğer ilerici güçlerle olan ittifakı bozma zamanı değildi. Onlarla daha bir süre gitmek gerekiyordu. Sovyet Rusya’nın maddi ve manevi desteğine olan ihtiyaç hayatiydi. Kemalistler Sovyet yardımında Mustafa Suphi’nin rolünü çok iyi biliyorlardı.
Musta Suphi ülkeye dönmeliydi
Artık Mustafa Suphi’nin zaman geçirmeden ülkeye gelmesi ve halk ordusunun savaşlarını yönlendirmesi gerekiyordu. Mustafa Suphi Kızıl Alayı ile birlikte Baku’dan yola çıktı. Ankara bu Kızıl Alaylara büyük önem veriyordu. Geldikleri an onları hemen Yunanlılara karşı Batı Cephesine göndermeyi planlıyordu. Ama Kızıl Alay o zaman Menşeviklerin yönetiminde olan Gürçistan’ı ve Taşnakların elinde olan Ermenistanı yarıp Anadolu’ya ulaşamadı. Mustafa Suphi Alayı bırakıp 14 Yoldaşıyla birlikte yola devam etti. 28 Aralık 1920’de Kars’a geldiler.
Ama tam bu sıralarda dünya politikasını kökten değiştirecek olan Sovyet Rusya’daki “kim-kimi” savaşı sonuçlandı. Sovyet Rusya’ya müdahale eden emperyalist güçler ve onların destekledikleri Beyaz Ordular, Denekinler, Wrangeller yenildi. Savaşı Kızıl Ordu kazandı. Ekim Devrimi kesin zafere ulaştı. Moskova’da Sovyet iktidarı sağlamlaştı. Dünyada hem empryalistler, başta Ingilizler için, hem de Türkiye ve Mustafa Kemal için yeni bir dönem başlıyordu.
1917 Ekim Devriminin zaferine kadar dünyaya tek başına egemen olan emperyalizmdi. En güçlü olan Ingiliz emepryalizmi diğer emepryalist güçlerle birlikte dünyanın ve halkların kaderini tek başına belirliyordu. Ekim devriminin kesin zafere ulaşması dünyanın çehresini birden değiştirdi. Insanlık, tarihinde en büyük kırılmayı yaşıyordu. Rusya’da, dünyada dolu-dizgin giden sömürüyü kökten kaldıracak proleterya iktidarı kurulluyor, emperyalizme karşı taban tabana zıt yepyeni bir güç, bir işçi iktidarı, Sovyet iktidarı oluşuyordu. Artık dünya iki kampa bölünüyordu. Bir kampta sosyalizm, diğer kampta emperyalizm vardı. Böylece emperyalizmin dünyada tek başına egemenliği sona erdi. Bu durum başta Ingiltere olmak üzre, Fransa, Almanya, Italya, ABD gibi emperyalist güçler için yeni bir değerlendirmeyi¸ yeni bir politikayı gerektiriyordu. Mustafa Kemal için de bu yeni bir durumdu. Kızıl Ordu hızla Kafkaslarda ilerliyor, Türkiye’ye doğru yaklaşıyordu. Halk arasında Kızıl Orduya, Bolşevizme karşı olan sempati iyice artmıştı. Ama emperyalistlere göre Türkiye sosyalizmin, Bolşvizmin etkisi altına girmemeliydi.
Emperyalistler hemen harekete geçtiler. Sevres’i uygulamaktan vazgeçtiler ve Osmanlıyı Sevres’i yeniden görüşmek üzere Londra’da bir konferansa çağırdılar. Mustafa Kemal bu yeni gelişmeyi gördü. Hemen Ingilizlerle anlaşma yolları aramaya başladı. O Moskova ile mecbur olduğu için ilişki kuruyordu. Ama O Ingilizlerin tek alternatifi değildi. Ingilizlerle anlaşabilmek ve Londra konferansına çağrılabilmek için Ingilizlere yaranması gerekiyordu. Bunun için de Anadolu’da yükselen Bolşeviklerin etkisini kırabileceğini göstermesi, Anadolu’da duruma hakim olduğunu ve halk hareketini kontrol edebildiğini isbatlaması gerekiyordu.
Mustafa Kemal kendisinde bunu yapacak güçü gördü. Zira tam bu sırada düzenli ordu kurulmuştu, Halk Kuvvetlerine ihtiyacı kalmamıştı. Mustafa Kemal düzenli orduyu cepheye Ingilizlerin desteklediği Yunan ordusuna karşı süreceği yerde, Ismet Paşanın komutasında Komünistlerin, Halk Güçlerinin, Çerkez Ethem’in üstüne sürdü, Yeşil Ordu birliklerini arkadan vurdu. Suphiler 28 Aralık 1920 de Kars’a geldiğinde Ismet Paşa Yeşil Orduyu tasfiye ediyordu.
Mustafa Kemal’in Suphileri imha planı
Kars’da Kazım Karabekir vardı. O Kars’ta Mustafa Suphileri oyalamaya başladı. Çünkü tam bu sırada, özellikle 1921 Ocak ayında Mecliste Mustafa Suphilerle ilgili yoğun bir tartışma gidiyordu. Mustafa Kemal, Meclis gizli celsesinde Kazım Karabekir’i eleştiren Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’ye hitaben yaptığı konuşmada komünistlere karşı alınacak tedbirleri sıralamakta, “Rusya’dan gelen her adamı derhal denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise hududun haricine defetmek” gerektiğini belirtmekte ve Mustafa Suphilerin “memlekete girmesinin muzır olacağını” ve bunların “memleket haricine tardedilmesi lazım geldiğini” bilenin Kazım Karabekir olduğunu ve Kazım Karabekir’in “bunun planını” yaptığını ve “kuvvetli tedbir” aldığını açıklamaktadır.
18 Ocakta Mustafa Suphiler Kars’tan Erzurum’a gitmek üzre yola çıktıklarında Mustafa Kemal’in emri üzerine Kazım Karabekir bütün “kuvvetli tedbirleri” almıştı. Yol boyunca tüm gerici güçler harekete geçirildi, Suphiler Erzurum’a sokulmadan Trabzon’a gönderildi. Burda kayıkcılar Kahyaysı Yahya Suphilerin yolunu keserek, doğru limana götürdü. Önce onları kayıklara bindirdi, sonra arkadan kendi tayfalarını… Bundan sonrası biliniyor… son nefese kadar kavga…
Mustafa Kemal Yahya’nın bu “vatanperverane” girişimini tebrik etmekten geri durmadı. Çünkü kemalistler için Mustafa Suphilerin “Ankara’ya sokmamak, Yunan’ı denize dökmekten daha hayati” idi. Burjuvazi kime karşı savaşılması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Onlar daha başında işçi sınıfını ve onun öncüsü TKP’yi baş düşman görmüşler ve bu konuda cinayet işlemekten geri durmamışlardır. Cumhuriyet tarihi boyunca ve özellikle son yarım yüzyılda işlenen faili mechul cinayetler Karadeniz’deki cinayetle başlar. Bu Cumhuriyetin temeli “faili mechul” cinayetlerle atılmıştır.
Mustafa Kemal Karadeniz’de Mustafa Suphileri boğdururken, Ankara’da da Halk Iştirakium Fırkasına saldırdı. Başta Salih Hacıoğlu olmak üzere parti yöneticilerini ve Nazım Bey gibi diğer ilerici kuruluşların liderlerini tevkif rettirdi, onları “Istiklal Mahkemesine” verdirtti. Bunlar ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu tarihlerde Çerkez Ethem ve Yeşil Ordu’nun da işi bitirildi. Mustafa Kemal ve çevresi, Meclisteki ağaların ve burjuvazinin temsilcileri, o zamana kadar sinsice yürüttükleri antikomünizmi ve antisovyetizmi açıkca TKP ve Sovyet düşmanlığı olarak yürütmeye başladılar. Iki yüzlü politika, kendi çıkarları için ülkenin çıkarlarını feda etme, emperyalizmle uzlaşma, antiemperyalist, demokratik güçlere, Kürtlere ve azınlıklara arkadan vurma günümüze kadar Mustafa Kemal’in ve kemalistlerin, diğer burjuva güçlerinin temel politikası olmuştur.
Londra Konferansı ve emperyalist yanlısı yeni Türkiye Cumhuriyeti
Bu “başarılı” operasyonlardan sonra Mustafa Kemal artık emperyalistlerin gözünde Londra Konferansına çağrılmayı hak etmişti. Ingilizler Istanbul Hükümetinin yanı sıra Ankara Hükümetini de Konferansa çağırdılar. Böylece Ingiltere Ankara Hükümetini fiilen tanımış oldu. Emperyalistlerin çıkarı Sovyetlerin dibinde modern, ama Sovyetlere karşı antikommunist bir burjuva Türkiye’sini gerektiriyordu. Artık Sevres’i değil, daha sonra Lozan’da dikte edecekleri bugünkü Türkiye’yi düşünüyorlardı.
Bundan sonraki dönemde Fransızlar kendiliğinden Antep ve Maraş’ı, Italyanlar Antalya’yı terkettiler. Ingilizler Yunanlıları Ankara’yla karşı karşıya bıraktı, birbirini kırdırma taktiğini uyguladı, hegemonyacılığını sürdürdü. Yunanlılara karşı savaş, arasında toprak sorunu olan iki komşu ülke arasındaki savaşa dönüştü. Artık ülkede toprakları zapteden emperyalist güçler yoktu. Emperyalizme karşı savaşan bir Türkiye yoktu. Sovyetlerle birlikte emperyalizme karşı birlik oluşturacak bir Ankara yoktu. Mustafa Suphilerin öldürülmesiyle halk güçleri imha edilmiş ve böylece antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı sona ermiştir. Ankara’da doğmakta olan yeni Türkiye ana hatlarıyla emperyalist kampın yanında yer almaya başlamıştır. Bundan sonraki Mustafa Kemal’in yönetiminde verilen savaş emperyalizmin güdümünde bir savaştır.
Ama Ankara’nın Yunanlılara karşı savaşı yürütebilmek için para ve silaha ihtiyaçı vardı. Ankara’ya yardım edecek tek ülke yine Sovyetlerdi. Anakara’daki son gelişmeler, Mustafa Suphilerin ortadan kaldırılması, Ankara’nın Batı’ya yaklaşma, Ingiltere ile anlaşmaya başlaması, artan antikomünizm ve Sovyet karşıtlığı Moskova’da bazı sorular yaratmıştı. Aynı zamanda Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri Sovyet iktidarı için çok önemliydi. Genç Sovyet iktidarının güneyinde sınırı tehdit eden bir emperyalist kale doğmamalıydı. Durumu yerinde görmek ve Ukrayna ile Anakara arasında bir dostluk anlaşması imzalamak amaçıyla 1921 yılı sonunda General Frunse Ankara’ya geldi. Bu ziyaret ilişkilerde olumlu etki yaptı, Ankara Sovyetler’den büyük yardım sağlandı. Halk Iştirakiyum Fırkasının çalışmasına müsaade edildi, ama daha savaş bitmeden TKP’nin Ikinci Kongresi hazırlanırken parti kapatıldı ve yasaklandı. Partimiz üzerindeki bu yasak o günden beri sürmektedir.
Sovyetlerin yardımıyla Mustafa Kemal Yunanlılara karşı savaşı kazandı. Ingilizler Istanbul’dan Padişahı da alıp gittiler. Lozan’da nasıl bir Cumhuriyet düşündüklerini, Ankara’nin Osmanlı borçlarını üsleneceğini, Boğazlar ve Musul konusunda nasıl davranacağını bir bir dikte ettiler. Mübadeleyle Balkanlar’da ve Anadolu’da Müslüman halkla hristiyan halkın değiş-tokuş edilmesini planladılar. Bununla bir insanlık dıramı yaşandı. Böylece Avrupa’dan Osmanlı Imparatorluğunun müslüman ahalisinin gelmesiyle, nüfusunun büyük çoğunluğu müslüman olan bir halk, bir Türk halkı ve “modern” bir Türk devleti yaratılması yoluna gidildi.
Bu konunun çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Sovetlerin dünya politik sahnesine çıkması sonucunda, emperyalistler Sevres’den vazgeçip Anakara merkezli bugünkü Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasını tercih ettiler. Bugün hala resmi tarihin söylediği gibi Türkiye Cumhuriyeti 7 Düvele karşı savaşta kazanılmış bir Cumhuriyet değildir. Bu Cumhuriyet başından beri antiemperyalist değildir ve olmamıştır. Yıllardan beri işçi köylü ve emekçi yığınlara, gençler ve aydınlara Mustafa Kemal’in antiemperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı verdiği yalanı anlatılmaktadır. Yıllardan beri tarih bilinçi, tarihi gerçekler çarpıtılarak milliyetçi, ırkcı, gerici, antikomünist, dinci nesiller yetiştirilmektedir. Bugün Türkiye’deki çalkantıların temelinde bu yalanlar, çarpıtılmış bu tarih bilinci anlayışı yatmaktadır.
Mustafa Kemal başından beri komünistlere karşı uyguladığı iki yüzlü politikayı Kürtlere de uyguladı. Başta Kürtlerin yardımına muhtaçken Kürt yığınlarının özerklik talebini kabul etti. Onun bu manevrası daha çok Kürt ulusal direnişini gemlemek, Koçkri ve diğer isyanları bastırabilmek içindi. Ama emperyalistlerle anlaşır anlaşmaz komünistlere, Lenin’e yaptığı gibi Kürtlere de sırt çevirdi. Onların ulusal ve demokratik haklarını, kimliklerini, dillerini, varlıklarını inkar etti, olara zorla asimilasyon uyguladı. Asimilasyona karşı baş kaldıran Kürtlerin isyanlarını zorla bastırdı. Bunlardan 1925’deki Şeyh Said isyanının ve 1937’deki Seyid Rıza’nın Dersim isyanının bastırılmasında insanlık dışı genosid yöntemleri uygulandı. Ermeneilere uygulanan genosid gibi, Kürtlere uygulanan bu kırımlar bugün hala inkar edilmekte, tarihle yüzleşmekten kaçınılmaktadır. Tarihi ile yüzleşemeyen bir halk hiç bir zaman gerçek bir demokrasiye ve özgürlüğe kavuşamaz. Yeni cinayetlerin, yeni kırımların işlenmesini engelleyemez.
1925’deki Şeyh Sait isyanı bastırılırken, komünistlerin de Istanbul’daki yarı legal çalışmaları tamamen yasaklandı. Daha Cumhuriyet kurulurken uygulanan ve bugün hala süren bu iki yasak: Kürt halkının ve TKP’nin inkarı, günümüzde Türkiyenin demokrasi mücadelesinin temel sorunudur. Bu Cumhuriyet komünistleri ve Kürtleri katlederek kurulmuştur, eli kanlıdır. Cumhuriyetin başından beri Mustafa Kemal’in politikası Kürtlerden, Balkan ve Kafkas göçmenlerinden, Türkmen ve Yörüklerden, Anadoludaki diğer yerli halktan sünni müslüman bir Türk ulusu yaratmak, komünistsiz ve Kürtsüz baskıcı otoriter bir burjuva Türk devleti kurmak oldu. Kemalizmin özü budur: Güçlü kapitalist ekonomik bir temeli olmayan Türkiye’de tepeden inme, zorla asimilasyonla, halklara kendi ulusal varlıklarını inkar ettirerek “arı” bir Türk ulusu yaratmak, işçi ve köylülere hiç bir politik hak ve özgürlük tanımamaktır.
Kürt direnişi yeni demokratik bir cumhuriyet anlayışını gündeme getirdi
Yoldaşlar,
Türk burjuvazisinin ideolojisi olan Türk-islan sentezi felsefesi artık bugün iflas etmektedir. Bu anlayışın iflas etmesinde en büyük etken 30 yıla yakın bir zamandır ülkede süren Kürt halkının ulusal demokratik direnişidir. Ama kemalist’i ve islamcısıyla egemen Türk burjuvazisi bugün Cumhuriyetin bu temel felsefesini iflas ettiren Kürt direnişini ezmek için hep birlikte ellerinden geleni yapmaktalar, bu iflas etmiş Cumhuriyeti yaşatmak için aralarındaki tüm çelişkileri bir yana bırakarak birleşmektedirler. Bunun son örneği Diyarbakır’da DTK’nın Anayasa çalıştayının sunduğu Anayasa taslağına Genel Kurmayın, AKP Hükümetinin ve muhalalefetin tek ağızdan gösterdikleri tepkidir. Bunların hepsi birden Kürtlerin demokratik özerklik ve ana dil taleplerine karşı çıkarken, Cumhuriyetin tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek dil analyışını sonuna kadar savunacaklarını ilan ettiler. Bu anlayış bugün Türkiye’nin gerçeğine taban tabana zıt, anakronik bir anlayıştır. Bu egemen güçler de biliyor ki, bugün Türkiye’de tek ulus yoktur. Türkiye bir halklar mozaiğidir. Başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye’de her halk: Kafkas halkları, Balkan halkları, Rum’u, Ermeni’si, Laz’ı, Arab’ı, Süryani’si kendi kimliğini, dilini özgürce kullanmak, kendi kaderini, geleceğini özgürce belirlemek istemektedir. Buna karşı çıkılamaz. Buna karşı çıkmak barbarlıktır. Her halkın kendi kaderini özgürce belirleme hakkı vardır. Partimiz, daha ilk kongresinde Türkiye toprakları üzerinde yaşayan Kürtler de dahil her milletin kendi kaderini kendisinin belli etmesi prensibini tanımış ve Türkiye’de Federal Cumhuriyetlerden demokratik bir devlet kurulması ilkesini ileri sürmüştür. Bu ilke Mustafa Kemal dahil Türk burjuvazisinin günümüze kadar gözüne batan bir dikendir.
Bugün egemen güçler böyle bir hakkın tanınmasının kendi antidemokratik, otoriter, baskıcı rejimlerinin sonu, demokratik özgür bir Türkiye’nin başlangıcı olduğunu çok iyi biliyorlar. Bunun için de Kürt halkının direnişini kırmak, parçalamak, çökertmek için her türlü yönteme baş vurmaktadırlar. Bir yandan Kürtlere karşı askeri operesyonlar, tutuklamalar, KCK davası gibi Kürt halkının seçilmiş önderlerine karşı antidemokratik davalar sürmekte, kamuoyunda sürekli PKK’ya ve Apo’ya her türlü yalan ve iftiralarla saldırılmakta, diğer yandan Kürt ulusal hareketini içten bölmek için kökten dincileri, dönekleri ve oportunistleri, kimi solcu ve liberal burjuva demokratlarını ve 2001 de kurulan sahte TKP’yi harekete geçirilmekte, Kürt halkının üstüne sürmektedir. Hükümet göstermelik reform vaatleriyle halkı uyutmaya ve oyalamaya çalışılmaktadır. Ama Kürt halkı 30 yıllık direnişin kazanımlarını savunmakta, liderine, gerillasına, milletvekillerine, belediye başkanlarına sahip çıkmakta, ulusal ve demokratik haklarını alıncaya, Türkiye’de halkların eşitlik, barış ve demokarsi içinde yaşayacakları yeni bir cumhuriyet oluşuncaya kadar mücadeleye devam edeceklerini ilan etmektedirler.
Bugün Kürt halkının direnişi yeni bir aşamaya girmiştir. Bu direniş yalnız Kürdistan’da değil, tüm Türkiye’de demokrasinin önünü açmaktadır. Ordusu ve sivil hükümetiyle egemen güçlerin faşizan otoriter rejimlerini sarsmakta, onları demokratik adımlar atmaya zorlamaktadır. Yeni demokratik bir Cumhuriyet tartışmasını gündeme getirmektedir. Bu Türkiye demokratik güçleri için, Türkiye’de demokrasi mücadelesi için büyük bir kazanımdır. Kürt halkının direnişinin yeni başarılar elde etmesi için Türk sol ve demokratik güçleri Kürt halkıyla dayanışmayı yükseltmeli, demokratik, özerk bir Cumhuriye tartışmasına aktif katılmalıdır. Kürt direnişiyle dayanışmanın yükseltilmesi, yeni bir Cumhuriyet tartışması seçim sathı mailine girmiş olan Türkiye’de çok daha önem kazanmaktadır. Bu seçimlerde geçen seçimlerden ders çıkarılmalıdır. Türk tarafı milletvekilliği konusunda Kürtlere dayatma yapmamalıdır. Seçimlerde Hakkari’den Edirne’ye kadar tüm illerde kimlerin aday gösterileceğine BDP karar vermelidir. Kendisine solum, sosyalistim, komünistim, demokratım diyen her kes, Türkiye’ye demokrasinin yerleşmesi için mücadele eden Kürt ulusal demokratik hareketini koşulsuz desteklemelidir. BDP adaylarının etrafında gerici, ırkcı, milliyetci, faşizan saldırlara karşı etten bir koruma ve savunma çemberi örmelidir. Ne CHP’ye ne AKP’ye, ne de diğer burjuva partilerine oy verilmemelidir. CHP’nin, AKP’nin takipcisi olmanın komünistlikle, solculukla, demokratlıkla alakası yoktur. Işçi ve emekçilerin, Kürt halkının demokratik davası burjuva parilerinin ne küçüğüne, ne ortasına, ne büyüğüne, ne de iktidarına ipotek edilemez.
Görüldüğü kadarıyla, 12 Haziranda yapılacak seçimlerin ağırlık merkezini, yakıcı sosyal ve ekonomik sorunların yanısıra, esas olarak Kürt sorununun çözümü ve demokratik bir anayasa tartışması oluşturacaktır. Bir çok Türkiyelinin de katıldığı Diyarbakır’daki DTK çalıştayının tartışmaya açtığı demokratik özerkliği ve ana dilde özgürlüğü esas alan Anayasa taslağı seçim kampanyasının merkezine oturtulmalı ve demokrasi güçleri seçim tartışmalarını demokratik bir anayasanın içeriği üzerinde yoğunlaştırmalıdırlar. DTK’nın taslağında Kürt halkı, eşit haklı, demokratik, özerk bir Türkiye’de Türk halkıyla birlikte yaşamak istediğini ilan etmiştir. Şimdiki tek millet, üniter devlet anlayışına dayalı Cumhuriyet yerine, eşitlik ve özerlik temelinde yeni demokratik bir Cumhuriyetin temelini oluşturacak yeni bir mutabakat, yeni bir anayasa için mücadele yükseltilmelidir.
Islamcı ve asker ve sivil kemalist egemen çevrelerin birinin diğerine tercihi söz konusu olamaz. Siyasi, ekonomik ve askeri olarak bu çevreler Türkiye’yi bugünkü bu çıkmaza sürüklemişlerdir. Ülkeyi Natoy’a, ABD ve AB emperyalistlerine peş-keş çeken yine bunlardır. Ülkeyi savaş maceralarına sürükleyen, milyarları askeri harcamalara akıtan yine bunlardır. Bunlar özerkliği, halkların özgürce kendisini ifade etme olanağını tanıyan demokratik bir anayasa yapmaz. Bunların taktikleri şimdiye kadar olduğu gibi, çeşitli sözde reform vaatleriyle Kürt halkını oyalamak, Kürt ve Türk emekçi yığınlarını şaşırtmaktır. Seçim sonrası bir anayasa vaadi de aynı amaça yöneliktir. Onlar bu “vaatlerle” halkı, başta Kürt halkını uyutmayı, “huzur içinde” seçimleri atlatmayı, kendi pozisyonlarını güçlendirmeyi hesaplamaktadırlar. Onlar şimdiye kadar uyguladıkları politikalarla nasıl bir anayasa yapacaklarını, anayasada kozmetik bazı makyajlardan başka bir şey yapmayacaklarını göstermişlerdir. Egemen güçlerin bu taktiğini boşa çıkarmanın yolu, daha şimdiden yeni demokratik bir cumhuriyet projesi için, demokratik özerkliği savunan, işçi sınıfına en geniş mücadele ve örgütlenme özgürlüğünü, özellile 1920 de kurulan partisi TKP’ye özgürlüğü öngören yeni bir anayasanın temel ilkelerini tartışmaya açmaktır.
Böyle demokratik bir anayasa demokrasi güçlerinin ülkedeki siyasi dengeleri etkileme ve değiştirme güçüne vardığı zaman mümkün olabilir. Böylesi bir durumun ilk adımı ise, seçim ortamına girmekte olduğumuz günümüz Türkiye’sinde yaratılabilinir. Bu seçimlerde Kürt adayların büyük çoğunluğunun Meclis’e girmesi egemen güçleri geriletecek ve barış ve demokrasi yönünde önemli adımlar atılmasını sağlayabilecektir. Bunun için seçim kampanyası boyunca Kürt adayların desteklenmesi başa alınmalıdır. Türk sol ve demokratik güçleri seçim kampanyasını kullanıp Türk halk yığınlarındaki milliyetciliği kırmak için çalışmalı, onlara Kürtlerin taleplerini, demokratik bir anayasanın gerekliliğini anlatmalıdırlar. Çünkü Kürtlerin ulusal ve demokratik hakları tanınmadan ülkede barışın sağlanması mümkün değildir. Bu seçimlerde Türk sol ve demokratik güçleri Kürlerle birlikte seçim mitingleri düzenlemeli, ister Doğuda, ister Batıda, Kürtlerin düzenlediği mitinlere yoğun olarak katılınmalıdır, BDP adaylarının kazanması için çalışmalıdır. Bu eylemler Kürt ve Türk sol ve demokratik güçlerini, işçi ve köylülerini, emekçi halkı daha da birleştirecektir, Türkiye’de demokrasi mücadelesini daha da güçlendirecektir.
Bilinmeli ki seçimlerin belirleyici özelliği iktidar ve muhalefet partilerinin alacakları oylar olmayacaktır. Nasıl ki, referandumun belirleyici özelliği boykot oyları oldu ise, seçimlerin de belirleci özelliği BDP adaylarının alacağı oylar ve Türk kesiminden onlara verilecek destek olacaktır. BDP’nin başarısı tüm Kürt ve Türk sol ve demokratik güçlerinin, Türkiye’de demokrasinin başarısı olacaktır. Barışın yolunu açacaktır.
Ne var ki, Türk sol ve liberal, demokratik, hatta kendisine marksist ve komünist diyen güçler böyle bir politikadan fersah fersah uzaktırlar. Bunlardan bazıları daha şimdiden küçük seçim hesapları yapmaktalar, milletvekilliği için BDP’ye dayatmalarda bulunmaktadırlar. Bunlar hala daha büyük abilik pozisyonundan vazgeçmeyen, kendi kişi ve grup çıkarını ulusal ve sınıfsal savaşın, barış ve demokrasi mücadelesinin üstünde tutan küçük burjuva milliyetci, kariyerist kişi ve gruplardır. Bunların bu tutumu deşifre edilmeli, itham edilmelidir. Türk kesimi artık Kürtlerin mücadelesinin koşulsuz desteklenmesi gerektiğini, bunun Türkiye’de sınıf ve demokrasi mücadelsinin temel sorunu olduğunu anlaması gerekmektedir. Bilmeli ki, hakları gaspedilen Kürt halkı özgürleştikçe Türk halkı da o orand özgürleşecektir. Türk burjuvazisinin dikta rejiminden kurtulacaktır. Türk halkının Türk burjuvazisinin işlediği bütün suçlara ortak olmadığını gösterebilmesi için Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini desteklemesi gerekmektedir. Bu kendisi için de bir kurtuluş yoludur.
Yine bazı sol ve demokratik kesimler PKK’sız ve Öcalan’sız bir çözüm peşinde koşmakta, Kürt ulusal hareketini parçalamaya kalkmaktadır. Bunlar bunun bir çıkmaz yol olduğunu görmelidirler. Kürt ulusal hareketi kendi örgüt ve liderini yaratmıştır ve onurlu bir mücadele veriyor. Bunu görmek istemiyenler hala Türk milliyetciliğinden kurtulamamış olanlardır. Yaptıkları devletin ve hükümetin yaptıği gibi PKK’ya, Öcalan’a saldırmak, böylece halk arasında Kürt hareketine karşı ön yargıları güçlendirmeye hizmet etmektir. Bunların çoğu Kürt ulusal hareketini Orta Doğu’da emperyalizmin Türkiye’yi bir bölme-parçalama oyunu olarak görmekte, Irak’da oluşan Kürt Özerk Cumhuriyetine karşı çıkmakta, onu bir tehlike olarak görmektedirler. Bunu savunanlar yıllardan beri Kürt halkına ve diğer azınlıklara uygulanan zorla asimilasyonun devamını istiyenlerdir, ulusalcılardır, şövenislerdir. Bunun en tipik örneğini sahte SIP-TKP vermektedir. Bunlar kendilerini emperyalizmin, finaz oligarşinin arabasında koşturmaktadırlar.
Yine kimi sol güçler demokrasinin atar damarının Kürt ulusal hareketi olduğunu görmemekte diretiyorlar, demokrasi umudunu hala yıllarca denenmiş CHP’de, ya da dinsel-milliyetci otortier anlayışı ayuka çıkmış AKP’de görmeye kalkıyorlar. Bunlardan geçmişte partimizin de üyleri olan bazıları yeni CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu bir umut olarak görmekte, onun tek Kürt kelimesi kullanmaktan özellikle sakındığı son CHP kongresinde halka verdiği sözlerin takipcisi olacaklarını ilan etmektedirler. Yıllardan beri yaptıkları CHP kuyrukculuğunu, milliyetciliği sürdürmektedirler. CHP’nin takipcisi olmak demek, CHP kuyrukculuğu demektir. Bu komünistim diyenlerin yüz karasıdır. Nabi Yağcı gibi burjuvazinin tetikciliğini üslenen bazıları da AKP’nin Türkiye’yi sivilleştirdiğini, demokratikleştirdiğini, Kürt sorununu AKP’nin çözeceği safsatasını yaymaktalar, işçi sınıfının ve emekçi yığınların bilincini şaşırtmaktalar, şövenizm ve milliyetcilik yapmaktadırlar. Bunlar AKP ile Ordu arasındaki çatışmayı, tekelci işbirlikçi egemen burjuvazinin iki kanadı arasında bir çıkar kavgası olarak değil, bir demokrasi mücadelesi olarak görüyorlar. Oysa ne ergenekon, ne balyoz davası AKP’nin demokrasi takipcisi olduğunu, ne de ordunun sivilleştiğini, siyasi iktidara tabii olduğunu gösterir. Her iki kanat da siyasi ve ekonomik çıkarları uğruna birbiriyle kıran kırana savaşırken, Kürt ulusal hareketine ve işçi harketine ve onun öncüsü TKP’ye karşı zulümde uzlaşıyorlar, birleşiyorlar, oligarşik bir yapıya doğru gidiyorlar. Ne ordu laik cumhuriyetin ardıcıl savunucusudur, ne de AKP ordu düşmanıdır. Ne AKP’nin yaptığı “devrimsi bir değişimdir”, ne de Ordunun “yenilgisi” bir demokrasidir. Her ikisinin de, hem ordunun, hem AKP’nin ideolojik ve politik görüşleri aynıdır: temel ideolojileri Türk-islam sentezidir, politikaları ülkesi ve milletiyle bölünmez Türk devletidir, anlayışları baskıcı, faşizan otoriter ve antidemokratiktir. Partimiz TKP, ordusu ve CHP’siyle egemen güçlerin kemalist kesimine de, dincisi ve AKP’siyle sözde liberal kesimine de karşıdır. Bunlar arasımndaki laiklik, sivilleşme gibi yüzeysel çelişkilere bakarak bunlardan birini tercih etmeye kalkmak, aralarındaki çelişkiyi kullanma ve körükleme adına bir tarafı tutar gözükmek komünist bir tutum ve politika değildir, bu oportunizmdir. Komünist tutum ve davranış, bu egemen güçün her iki kanadının gerçek yüzünü deşifre etmek, Kürt konusunda, darbeciler ve ergenekoncular konusunda, laiklik konusunda bunların kamuoyunda yaptıkları manüpülasyonu halka anlatmak ve işçi, köylü ve emekçi yığınlara mücadelelerine yol göstermek, onların savaşan Kürt halkıyla dayanışmasını yükseltmek olmalıdır.
Mustafa Suphilerin yolunda yürüyelim, Bolşevik TKP’mizi güçlendirelim
Yoldaşlar,
Ülkemizin içinde bulunduğu bu koşullarda işçi sınıfımız ve emkçi halkımız avangart örgütü TKP’nin örgütsüzlüğünü her zamankinden daha çok hissetmekte ve yaşamaktadır. Partimizin toparlanması, yeniden ayağa kaldırılması önümüzde duran en önemli tarihi görevdir. Mustafa Suphileri anarken bu görev yakıcılığını bir kat daha göstermektedir. Çünkü Mustafa Suphi’yi anmak Mustafa Suphi gibi, Bilen gibi komünist olmayı gerektirir, Mustafa Suphi gibi, Bilen gibi üyelerden bir Parti oluştumayı gerektirir. Ne demektir Mustafa Suphi gibi, Bilen gibi komünist olmak, Mustafa Suphi gibi parti kurmak? Mustafa Suphi’nin adını ağzına alanların, onları bu günlerde anmaya kalkanların bir çoğu Mustafa Suphi gibi komünist olmanın ne demek olduğunu ya bilmemekte veya kasıtlı olarak çarpıtmaktadır. Mustafa Suphi’yi anmaya kalkanlar, Şefik Hüsnü’nün, Behice Boran’ın adını yükseltemez. Hem Suphici hem Şefik Hüsnücü, hem Borancı olunamaz. Suphinin ve Şefik Hüsnünün çizgisi bizim partimizde başından beri çarpışan iki çizgidir. Ya Suphi’nin, Bilen’in yolunda gideceksin, ya da Şafik Hüsnü’nün veya Boran’ın yolunda. Mustafa Suphi’nin yolu Bolşeviklerin yoludur. Şefik Hüsnü ve Boran gibilerin yolu opotunizmin, sosyal demokrasinin yoludur. Şefik Hüsnü, Komintern’de çevirdiği entrikalarla, Troçkist Radek’le kurduğu ilişkilerle parti içinde Salih Hacıoğlu’na, Nazım Hikmet’e, Hüsamettin Özdoğu’ya kara çalanlardan biridir. O sonunda Komintern’deki görevinden alınıp, parti örgütlerine karışmama koşuluyla Türkiye’ye gönderildi. Ama O buna uymadı, 1946 da partiyi açığa çıkararak büyük tutuklamalara neden oldu. Disiplinsizliğini ve troçkistliğini bir kez daha ortaya koydu.
Mustafa Suphi gibi komünist olmak demek Bolşevik olmak demektir. Bolşevik olmak demek Marsist-Leninist ilkelere ardıcıl bağlı kalmak, oportunistlerle, reformistlerle, revizyonistlerle, troçkislerle, küçük burjuva anarko hareketllerle bağını koparmak, onlarla kesin kes mücadele etmek, ayrılık noktalarını ortaya koymak demektir. Marksist-Leninist ilkelere bağlı kalmak demek, kapitalist sömürü düzenini yıkmak, özel mülkiyeti kaldırmak, burjuvazinin iktidarına son verip, her türlü sınıf iktidarını ve sınıfları kaldıracak proleterya diktatörlüğünü kurmak için mücadele demektir. Bolşeviklik Büyük Ekim Devriminin ve Sovyet iktidarının, Lenin ve Stalin’in uyguladığı proleterya diktatörlüğünün ve sosyalizm kuruculuğu deneylerini dünya işçi ve komünist hareketinin büyük bir deneyi ve kazanımı olarak savunmaktır. Kruşçov’la başlayan, Brejnevle devam eden Gorbaçovla sonuçlanan reel sosyalizmdeki ideolojik politik karşı devrim kırılmasını mahküm etmektir. Ideolojik alanda burjuvaziye tek ödün vermemektir. Milliyetciliğe karşı proleterya ve sosyalist enternasyonalizmi savunmaktır. Işte Mustafa Suphi böyle Leninin okulundan geçmiş, Oktobr Devriminde her türlü sağ ve sol sekter hareketlerle mücadeleleri yaşamış, menşeviklere, troçkistlere, sol eserlere karşı savaşmış, sovyet iktidarını savunmuş bir komünistir, bir bolşeviktir. Mustafa Suphi yolunu seçmek, Bolşevik olmak, kendisine sol, devrimci, marksist, komünist diyenlerin yaşam ve mücadelesinde niteliksel bir sıçrama noktasıdır. Bu sıçramayı yapamıyanlar savaşkan, çelik Leninci disipli komünist olamazlar, parti üyesi olamazlar.
Mustafa Suphi gibi komünist olup parti kurmak demek, bolşevik bir parti kurmak demektir. Bolşevik parti markscı-leninci temeller üzerinde, Lenin’ci yeni türden, burjuvaziden bağımsız, işçi sınıfı ve emekçiler içinde kök salan, onun devrimci savaşını yöneten ve yonlendiren avangartı olan enternasyonalist bir partidir. Bolşevik parti, yukardan aşağıya kurulur. Biri program, diğeri tüzük olan iki temel dökümana sahiptir. Program onun ideolojik, politik birliğini, tüzük de örgütsel birliğini sağlar. Ne istediği ve niçin savaştığı, sınıfsız topluma nasıl gidileceği, kimin üye olabileceği, kimin üye olamayacağı, üyelerin hak ve görevleri bu dökümanlarda yazılıdır. Bolşevik parti demokratik merkeziyetcilik ilkeleri temelinde çalışan, tek bir yumruk gibi hareket eden, tek ses çıkaran gönüllüler birliğidir. Partiye üyeler tek tek hücrelerde kabul edilir. Bolşevik partisine gruplar halinde girilemez. O farklı kollardan ve bileşenlerden oluşan pluralist bir parti değildir. Mustafa Suphi’nin Bakü’de birleştirdiğini söylediğimiz TKP’nin Sovyetlerdeki, Anadolu’daki, Istanbul’daki kolları farklı görüşlerde olup Baku’da toplanan gruplar değildi. Tüm bu gruplar Mustafa Suphi’nin önderliğinde ve yönlendirmesinde, Bolşevik Marksist-Leninist ilkler temelinde yukardan aşağıya kurulan örgütlerdi. Baku’da yapılan partinin kurumlaşması, organlarına kavuşmasıdır, yoksa grupların birleşmesi değildir.
Bu konu çok önemlidir. Çünkü bugün Türkiye’de egemen olan Bolşevik parti anlayışı değil, tersine yaygın olan kendisine komünist, marksist, marksist-leninist, devrimci, sol diyen kişi ve kuruluşların toplamından oluşacak veya çıkacak küçük burjuva bir komünist parti anlayışıdır. Bu anlayış partimizi likidasyona götüren Nabilerin anlayışıdır. TIP’le birleşip TBKP’nin oluşmasıyla başlayan YDH, ÖDP, Gümüldür’le devam eden bu süreç parti tarihimizde bir kırılmadır. Partimizde Mustafa Suphici bolşevik çizginin mağlup olması, Şefik Hüsnücü reformist, revizyonist, sosyal demokrat çizginin üstün gelmesidir.
Bizim partimizde bolşevikleşmeyen bir kişi vardır. O da Şefik Hüsnü’dür. Onun Baku’ya gitmemesi, Ankara’daki Ikinci Kongreye katılmaması sıradan bir olay değildir. Bu onun Fransız sosyalist partisinden, Jean Jaures ekolünden gelen sosyal demokrat anlayışı, kemalizme, troçkizme bakışıyla sıkı sıkaya bağlıdır. Mustafa Suphilerin öldürülmesiyle partimiz yetişmiş Bolşevik kadrolarını kaybetti. Bu kemalistlerin bize indirdiği en büyük darbedir. Bolşevik kadroların imhasından yararlanan Şefik Hüsnü partiyi ele geçirdi. Partiye Nedim Tör, Sevkjet Süreyya gibi kemalist ajanları, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Vedat Türkali, Behice Boran, M.Ali Aybar gibi oportunistleri, küçük burjuvaları partiye yamayan Şefik Hüsnü oldu. Onun için 28 Kanunisanideki büyük kaybımızla partimizde oportunist, reformist, troçkist, kemalist, sosyal demokrat görüşlere kapılar açıldı. Bu tarihden beri partimiz de iki çizgi mücadele ede geldi. Biri Mustafa Suphinin bolşevik çizgisi, diğeri Şefik Hüsnünün küçük burjuva sosyal demokrat çizgisi.
Şefik Hüsnü’nün bu çizgisi kesin olarak ilk kez 1973 Atılımıyla Bilen Yoldaşın genel sekreter olmasıyla yenilmiştir. Ama bu uzun sürmedi. Sovyetlerde Kruşçovla başlayan ideolojik-politik kırılmanın sonucu olarak dünya işçi ve komünist hareketine dayatılan sosyal demokrat çizgi bizim partimize de TIP ve diğer sosyalist sol partilele birleşme şeklinde dayatıldı. 1985’de karara bağlanan TIP’le birleşme kararı partide yeniden sosyal demokrasi yönünde bir kırılmaydı. Bu kırılma partimizi ideolojik, politik, örgütsel olarak likidasyona götürdü. Bu likidasyonun tipik örneği Nabi ve taraftarlarının bugün aldıklari konumdur. Nabi partimizin TIP’ten gelen Partizan, Işçinın Sesi, TSIP’ten gelen GSB gibi bileşenlerden oluştuğunu iddia etmekte ve bu bileşenlerin geldikleri yere rücu ettiklerini itiraf etmektedir. Partimiz bunları birier bileşen, grup olarak partiye almadı. Hepsini tek tek aldı. Ama bunları Nabi gibi yöneticiler grup olarak tutmuşlar, sonrada likidasyona gerekçe yapmışlardır. Nu bir ihanettir. Partiye karşı verdikleri program ve tüzüğe bağlı kalacakları sözünü tutmamışlardır. Bugün Türkiye’de Partizandan, GSB’den gelenlerin “parti bitmiştir”, “tarih olmuştur” demeleri onların hiç bir zaman bolşevik olmadıklarını göstermektedir.
Özellikle reel sosyalizmin yıkılmasından sonra, kimi part üyeleri de “biz yenildik”, “durumumuz zordur”, yeniden ayağa kalkarken tüm solu birleştirmek gerkir demektedirler. Bunlar bu hikayeyi TBKP, SBP, BSP, ÖDP ile devam ettirdiler. Bu denize düşen yılana sarılır anlayısı likidasyondur. Bolşevik anlayış değildir. Bugün dünyada görüldüğü gibi böylesi durumlarda egemen güçler oprtunistleri, kariyeristleri, troçkistleri harekete geçirir, kendi kontrolünde sol partiler, komünist partiler kurdurur. SIP-TKP böylesi bir sahte komünist partisidir. Bu devletten icazetli parti zamanında Mustafa Kemal’in kurdurduğu sahte TKP gibi antikommünizm, milliyetcilik ve Kürt düşmanlığı yapmaktadır. Bu partide partimizden polis diye kovulan, disiplinsizlik yaptığı ve partiye karşı dürüst davranmadığı için atılan kimi üyelerin toplanması bir tesadüf değildir. Bu partinin 1920 de Mustafa Suphi’nin kurduğu Leninci Bolşevik partisiyle ve ölünceye kadar Stalinist olan ve bütün döneklere, revizyonistlere, troçkistlere, kruşçovculara, sağlı sollu oportunistlere ve likidatörlere karşı ödünsüz savaşan Bilen Yoldaşın partisiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur, onun taban tabana zıddıdır. Mustafa Suphi, sosyalizmi parçalamaya çalışan Kautsky gibi döneklere, sosyal demokratlara, burjuva ajanlarına karşı büyük bir darbe indiren Ekim Devriminin içinde doğmuş, Lenin ve Stalin’le birlikte çalışmıştır. Bilen Yoldaş, Ekim Devrimini ve Lenin ve Stalin önderliğinde Sosyalizm kuruculuğunu ardıcıl savunan, Kruşçov gibi ajan ve revizyonistlere, Brejnev gibi oportunistlere karşı savaşan Mustafa Suphi geleneğini yaşatan ve sürdüren en büyük yöneticilerimizden biridir. Karşı devrimin galebe çalmasından sonra emperyalizm, antikomünizm ve antistalinzm yaparak sosyaldemokratların ve troçkistlerin eliyle uluslararası komünist hareketi parçalamıştır. Bu parçalanma değişik şekillerde her ülkede yaşanmaktadır. Hemen hemen her ülkede birden fazla milliyetcisi, oportunisti, revizyonisti ile sözde komünist partileri ortaya çıkmıştı. Bu durumu fırsat bilen ve bizimle hiç ilişkisi olmamış SIP’ciler partimizin adını aldılar, uluslarası alanda boy göstermeye kalktılar. Bunların enternasyonali, bol fikirli, değişik akımlardan gelen çok yönlü, çok yollu sosyalizmi savunan bir kokteylden öteye geçmemiştir. Bu koklteylde birleşenlerin çoğunluğunun ortak yanı antistalinizmdir. Bizim ülkemiz için de tipik olan büyük devlet şövenizmi, burjuva milliyetciliği yapan, Kürt hareketine karşı düşmanca tavır alan sahte SIP-TKP’nin bu kokteyl içinde yer bulabilmesidir.
Partimizi yeniden ayağa kaldırmaya çalışırken bu deneylerden ders çıkarmamız gerekmektedir. Komünist partisi bileşenler partisi değildir, kendisine komünist, Marksist, Marksist-Leninist diyenlerin, bir zaman partiye girmiş çıkmış olanların toplamı değildir. Komünist partisi Mustafa Suphi, Bilen anlamında Bolşeviklerin örgütüdür. Evet TKP’miz yeniden böylesi bir örgüt olacaktır. TKP’mizi 1920 Mustafa Suphi’nin ve 1973 Bilen’in Bolşevik ruhunda yeniden ayağa kaldıracağız, yapılandıracağız.
Mustaf Suphinin, Bilenlerin yolunda yürüyelim, Onların devrimci mirasını sürdürelim!
TKP’mizi güçlendirelim!