Partimizin 103. Kuruluş Yıldönümü’nde yaptığımız toplantıdaki sunum:
Değerli Yoldaşlar,
Partimiz, Türkiye Komünist Partisi TKP 103 yaşında. Bu bir asırdan fazla dönemde, partimizi kuran Suphileri ve onların yükselttikleri Marksizm-Leninizm bayrağını günümüze kadar taşıyan, bu uğurda hayatını feda eden tüm komünistleri saygıyla anıyoruz.
10 Eylül 1920’de Baku’da Mustafa Suphilerin, Ethem Nejatların Sovyetlerden, Moskova’dan, Anadolu’dan ve İstanbul’dan gelen delegelerin katılımıyla kurdukları TKP’miz zafer ve yenilgilerle dolu şanlı bir tarihe sahiptir. Burjuvazinin her seferinde “yok ettim”, “belini kırdım” dediği bir anda o yeniden ayağa kalkmış, işçi sınıfı içinde örgütlenmiş, burjuvazinin, egemen güçlerin karşısına dikilmiştir. Bu Mustafa Kemal’in Suphileri Karadeniz’de katlettiği 1921’den sonra böyle olmuş, parti 1922’de yeniden ayağa kalkmıştır. Aynı yıl yasaklanmış, ama İstanbul’da yeniden toparlanmış, mücadeleye devam etmiştir. 1925’de Kürt halkının Şeyh Sait önderliğinde ayaklanması ileri sürülüp partimiz İstanbul’da da yasaklanmış, ama ne tutuklama, ne sürgün, ne zindan onları inandıkları haklı, sosyalizm yolundan koparıp alamamıştır. Nazım Hikmetler, İ. Bilenler, Reşat Fuatlar, Yakup Demirler bu mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Onlar hapisten, zindandan çıkmışlar, sürgünden geri dönmüşler, mücadeleye, işçi sınıfı, köylü ve emekçi yığınlar içinde örgütlenmeye devam etmişlerdir.
Bu dönemde partimiz en büyük darbelerden birini 1951/52 Tefkivatı ile almıştır. ABD’nin gözüne girmek, NATO’ya üye olmak için Kore’ye asker gönderebilmek için yeni Bayar-Menderes iktidarı kendilerine en büyük rakip gördükleri komünistlerin “kökünü kazımak” istemişlerdir. Yüzlerce komünisti tutuklamışlar, ağır hapis cezalarına çarptırmışlar, tabutluklara atmışlar, sürgünlere göndermişlerdir. Ama TKP’yi yok edememişlerdir. Partimiz Bilen Yoldaş öncülüğünde Aram, Şiko ve Yelkenci yoldaşların girişimiyle 1973 Atılımı’nı gerçekleştirmişler, partimizi yeniden ayağa kaldırmışlar, işçi sınıfı, köylü ve emekçiler, gençler, kadınlar, aydın ve sanatçılar arasında örgütlenmesini sağlamışlardır. Dev Bir Mayıs gösterileri, MESS-Grevleriyle sınıf mücadelesini yükseltmiştir.
70’li yıllarda ülkemizde yükselen devrimci mücadeleyi egemen güçler 12 Eylül 1980’de yaptıkları askeri darbe ile durdurdular. Bu darbede partimiz ağır yaralar aldı. Nabi Yağcı yönetimindeki Parti Sovyetlerin de dayatmasıyla TİP, TSİP ve diğer sol güçlerle uyguladığı Birlik Politikası sonucunda tam bir likidasyona uğramıştır. 1989 karşı devrimiyle reel sosyalizmin çökmesi, Sovyetlerin dağılması bu sınıf özünden kopuk ilkesiz politikanın yanlışlığı ortaya çıkmasına rağmen Nabi Yağcı ve şürekâsı bu politikayı Kemalistlerle birliğe kadar götürerek likidasyonu ihanete vardırdılar. Marksist-Leninist ilkelerden, sınıf savaşından vazgeçip burjuvazi ile uzlaşmaya yanaştılar.
Nabi Yağcı ve şürekâsının bu politikası partimizde yeni değildi. Uzun yıllar partimizin lideri durumunda olan Şefik Hüsnü’nün, parti yöneticisi olan Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’nın Kemalizm’le, burjuvaziyle uzlaşma politikaları partimize, işçi sınıfının mücadelesine büyük zararlar vermiştir. Şefik Hüsnü sicilli Kemalist oldukları açık olan Nedim Tör ve Şevket Süreyya’dan kopamamış, 1946’da kurduğu Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi TSEKP ile parti kadrolarını legale çıkartıp likidasyona neden olmuştur. Mihri Belli ve Kıvılcımlı 60’lı yıllarda TKP’li Aybar-Boran-Aren yönetimindeki TİP’e, sosyalist harekete karşı çıkıp Kemalist Doğan Avcıoğlu ile birlikte asker-sivil aydın öncülüğünde MDD stratejisini savunmuş, gençlik hareketini TİP’ten ve sosyalist hareketten koparmış, bir başka likidasyona neden olmuştur. Partimiz geçmişte bu burjuva Kemalist uzlaşmacılarla hep mücadele ede gelmiştir. Onların partiye verdikleri zararlar çok büyük olmuştur. Bu gelecek nesillere ders olmalıdır: Marksist-Leninist ilkeleri sulandırmaya, sınıf mücadelesini inkâra, Kemalistlerle uzlaşmaya, Kürt sorununa Kemalist gözle bakmaya kalkanlara dikkat edilmeli, onlarla mücadele asla elden bırakılmamalıdır. Nabi Yağcı ne ilk ne de sondur. Ama onun verdiği zararların acısını bugün biz çekiyoruz, işçi sınıfı ve demokratik devrimci güçler çekiyor. Zira Marksçı-Leninci komünist partisinin olmadığı bir yerde demokrasi mücadelesi, insan hak ve özgürlükleri gelişemez, bugün Türkiye’de olduğu gibi gericilik ve faşizan hareket kol gezmeye başlar.
Yoldaşlar,
İhanetin sonu yoktur. Bu yola girenin sonu burjuvaziye teslimiyettir, burjuvaziye hizmettir. Nabi Yağcı bu teslimiyeti SİP-TKP kurulurken bir kez daha gösterdi. Onların TKP isminin üstüne çökmesine karşı çıkmak şöyle dursun, susarak, onları çevresinde toplayarak zımnen destekledi bile. Oysa SİP-TKP devletin Suphilerden beri yaşayan Marksçı-Leninci işçi ve komünist hareketi tamamiyle burjuvazinin, Kemalizmin kuyruğuna takma, yeni nesilleri TKP diye Kemalizme yamama, şanlı bir geçmişi unutturma, yok etmeye yeltenme projesinin en önemli bir halkasıydı. Bu hedefini devlet Kemal Okuyan, Aydemir Güler ve diğerleri için “bunlar bizim çocuklarımızdır, diğer parti ile ilişkileri yoktur.” diyerek açıkça itiraf etti. Kendisinin TİP ile birlikte kurduğu Birleşik Komünist Partisi TBKP’yi devlet yasaklarken, SİP-TKP’nin kuruluşunu, yasaklanmamasını bir demokrasi kazanımı olarak övmekten çekinmedi. Şu bilinmeli ki, devletin SİP-TKP projesi 1920’de Mustafa Kemal’in kurduğu Resmi TKP projesinden çok daha tehlikelidir. Özellikle Erdoğan döneminde devlet bu projeyi sırf TKP değil, TİP ve diğer sol hareketin devrimci geleneğini “kurutmak” için de kullanmaktadır. Devlet SİP-TKP’yi ikiye böldü. SİP-TKP’den kopan Erkan Baş’ı TİP isminin üstüne çökertti. Hedef aynıydı: TİP’in devrimci geleneğini, özellikle Kürt sorunundaki Marksçı-Leninci politikasını yozlaştırmaktı. Erkan Baş’ı “ittifak” adı altında önce HDP’ye yamadı, orada bitlendirdi. Sonra da, seçimlere giderken “Kürtlerle yanyana durulmaz” diyerek Kürtlere, HDP’ye kazık atmaya kalkıştı, TİP geleneğine taban tabana zıt davrandı. Maalesef HDP’li dostlar bu konuda gerekli ardıcıllığı gösteremediler. Ama bu tutarsızlık seçim sonuçlarının gösterdiği gibi çok pahalıya mal oldu. Sırada diğer sol güçlerin devrimci geleneğini yok etmek bulunmaktadır. Çok uyanık olmak gerekiyor.
Yoldaşlar,
SİP-TKP’nin kurulmasından ve onun bir devlet projesi olduğunun ortaya çıkmasından sonra, o zamana kadar parti disiplini gereği geri duran Şiko ve Yelkenci yoldaşlar 2001 senesinde harekete geçtiler. SİP-TKP’yi partimize, işçi sınıfına, geleneğimize, tarihimize büyük bir saldırı olarak değerlendirdiler ve partiyi bu saldırıdan korumaya, içine düştüğü likidasyon bataklığından kurtarıp ayağa kaldırmaya karar verdiler ve yollara düştüler. Partililerle görüşmeye, toplantı yapmaya başladılar. Ama gördüler ki, Nabi Yağcı’nın yol açtığı likidasyonun eski üyeler üzerindeki etkisi çok derindi. Bir zamanlar canını vermeye hazır olan komünistler komünizm davasından, sınıf mücadelesinden, Marksizm-Leninizm ilkelerinden vazgeçmişler, atomize olmuşlar, burjuva saflarına savrulmuşlar, birçoğu Kemalizm’e sarılmış, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde devletin yanında yer almaya başlamışlardı. Çoğu çürümüş, komünist moral ve yaşam biçimini terk etmiş, çıkarcı, bencil, oportünist konumları benimsemiş, omurgasızlaşmış bir oraya bir buraya savruluyorlardı.
Şiko ve Yelkenci yoldaşlar “bu bataklığın içinde acaba diri yoldaşları bulabilir, onlarla birlikte partiyi ayağa kaldırabilir miyiz?” diye 20 sene uğraştılar. Hayal kırıklığına uğrayacak zaman yoktu, her yoldaş bir umuttu. Özellikle “ben varım” diyen yoldaşlarla uğraşmak çok zaman aldı. Tekrar “çürük” insanlarla yola çıkılamazdı. Yola çıkılabilecek bazılarını ayırmak, ama çoğundan da ayrılmak gerekiyordu. Geçen seneki toplantıda kimlerden ayrıldığımızı sıralamıştık. Ama bir kez daha hatırlamakta, tekrarda yarar vardır:
İlişki kurulan, toplantılara katılan yoldaşlardan bir kısmı Marksizm-Leninizm’e karşı çıkıyorlardı, Marksizm-Leninizm’i Sovyetlerin, reel sosyalizmin yıkılmasından sorumlu tutuyorlardı. Proletarya diktatörlüğü, Stalin dönemi, demokratik merkeziyetçilik ilkeleri onlara göre yanlıştı ve geride kalmıştı. Böyle düşünenlerle birlikte olunamazdı. Onlardan ayrıldık.
Bunlardan bazıları Leninci devrim sürecine, demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki diyalektiğe, partimizin ileri demokrasi strateji ve taktiğine karşı çıktılar. Esasında buna karşı gelen birinin neden partiye girdiğini sorgulaması gerekirdi. Onlara göre ‘aşamalı devrim’ stratejisi yanlıştı, önümüzde demokrasi değil sosyalizm mücadelesi durmaktaydı. Onlar ileri demokrasinin sosyalist devrime giden yol olduğunu anlamak istemiyorlardı. Bunlarla birlikte olamazdık, bunlardan da ayrıldık.
Bir kısmı devletten, Kemalizm’den kopamıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla, Anadolu halklarına uygulanan jenositlerle yüzleşmek istemiyordu. Özellikle Kürt sorununda milliyetçi konumlar sergiliyor, Kürt halkının barışçıl olmayan direnme yollarını tasvip etmiyor, PKK’nin mücadelesine devlet gözüyle bakıyordu. Bu gibileriyle de birlikte yol alınamazdı. Onlardan da ayrıldık.
Bir diğer kısmı da kariyerizm ve çıkar peşindeydi. Yapılan toplantının parti konferansı olarak ilan edilmesini, kendilerinin MK veya PB üyesi olarak açıklanmasını istiyorlardı. Onlar partiyi yığınlar içinde örgütlemeye yanaşmıyor, kazanacakları unvanla etrafta “caka” satmak istiyorlardı. Bunlardan partiyi bir şirket, aile şirketi gibi yönetmeye, maddi ilişkiler kurmaya kalkanlar da oldu. Bazıları da partiyi bir ekmek kapısı olarak görmeye başladı. İşi asalaklığa, hatta yüz kızartıcı hareketlere kadar vardıranlar oldu. Bunlarda moral, komünist âhlâk normları kalmamıştı. Bunlarla da daha fazla gidilemezdi. Onlardan da ayrıldık.
Bir diğer kesim ise bizlerle birlikte gözüküyor, ama Nabi Yağcı ile de ilişkilerini sürdürmek istiyordu. Bu ilkesizliğin, omurgasızlığın bir başka örneği idi. Nabi Yağcı partiyi likide eden, işçi sınıfına ihanet eden, komünistler arasında itibarını kaybeden kişidir. Onunla ilişki kurma, onun birlik politikasının likidasyon olduğunu görmeme ona itibar kazandırmaktır. Bu gibileriyle de yollarımızı ayırdık.
Sonunda çoğu kez iki elin on parmağından daha az insan kaldık. Bu kez partiyi ayağa kaldırmak 1973 Atılımı’ndan çok daha zordu. Ne Türkiye’de yükselen bir işçi, emekçi ve gençlik hareketi vardı ne de dünyada çekim merkezi olabilecek bir Sovyetler Birliği, bir DDR, bir sosyalist sistem vardı. Sınıf mücadelesi zayıflamış, kimlik, çevre ve iklim için mücadeleler öne çıkmıştı. Yükselen bir Kürt Özgürlük Hareketi vardı. Ama hareketleri birleştirecek, bir mecraya, barış, demokrasi, sosyalizm mücadelesine akıtacak bir örgüt yoktu. Bu örgüt Suphilerin kurduğu Marksçı-Leninci TKP idi. Bu TKP olmadan tüm bu hareketleri Kemalist veya İslamcı iktidarlara karşı mücadeleye sevk etmek, başarı sağlamak zordur. Onun için TKP’nin bir an evvel ayağa kaldırılması, işçi sınıfı içinde örgütlenmesini sağlamak gerekmektedir. Son bir kez daha Avrupa ve Türkiye’yi taramak, varsa daha ulaşılmamış yoldaşlara ulaşmak gerekiyordu. Şiko ve Yelkenci yoldaşlar bu görevi Zeynep Alkan yoldaşa verdiler ve onu kendi çevresi dâhil köşede bucakta kalmış olanları taramak üzere Türkiye’ye gönderdiler. Zeynep yoldaş 7 yıllık bir çalışma sonunda partimiz daha güçlenmiş olarak çıktı. Şu an geldiğimiz noktada onun ve hepimizin büyük katkıları vardır.
Biraz toparlandık, işçi ve gençler arasında yapacağımız çalışmalarla ilgili planlar yaparken önce Mehmet Güneş yoldaşı, arkasından Şiko yoldaşı, onun arkasından Mustafa Şahin yoldaşı kaybettik. Bunlar partimiz için büyük kayıplardı, hem azaldık hem güç kaybettik. Onları bir kez daha burada saygıyla anıyoruz. Mehmet Güneş yoldaş Trakya’da, Mustafa Şahin yoldaş Kocaeli’nde parti örgütlenmesini üstlenmişlerdi. Şimdi bu görevleri yeni yoldaşlar üstlenecekler ve onların mücadelesini sürdürecekler ve yaşatacaklardır. Onların planları hayata geçirilecektir.
Tüm yoldaşları genç yaşta, en verimli olacakları bir dönemde kaybettik. Özellikle Şiko yoldaşın aramızdan ayrılması partimiz için büyük bir kayıptı. Şiko yoldaş 1973 Atılımı’nın motoruydu. Bu atılım onun o bitmez enerjisi sayesinde hayata geçmiştir. 2001 senesinde partiyi yeniden ayağa kaldırma mücadelesinde o hareketin kalbiydi. En son nefesine kadar hangi adımların atılması gerektiğini konuştuk. Onun vasiyeti Marksist-Leninist ilkelerden asla taviz vermeden proletarya enternasyonalizmi ruhuyla partiyi ayağa kaldırmak, işçi ve emekçi yığınlar içinde kök salan, Kürt Özgürlük Hareketiyle, gençlik, kadın, çevre ve iklim hareketleriyle bağlı, saflarında sınıf uzlaşmacılığına, oportünizme, reformizme, Kemalizme asla müsaade etmeyen bir parti yaratmak, TKP bayrağını yükseltmek oldu. Onun fikirleri, çalışma yöntemleri bizim çalışmalarımızda yol gösterici olmaya devam edecek, o her zaman aramızda yaşayacaktır.
Yoldaşlar,
Şiko yoldaş yaşarken illegal çalışmanın en iyi yapıldığı, legal alandan maksimum şekilde yararlanıldığı çalışma yönteminin desantralizasyon olduğunu hep söylerdi. Desantralizasyon bizim partimizde yanlış anlaşılmış bir kavramdır. Komintern faşizm döneminde legal dönemlerde olduğu gibi parti örgütlerinin merkezi, santral değil, adem-i merkeziyetçi, yani desantral yönetilme ilkesini getirdi. Buna göre faşizm döneminde zorunlu olan illegal çalışmada yerelle merkezin ilişkileri en asgari, minimum noktaya indirilir. Yerelde her parti örgütünün özerkliği, otonom, başına buyruk çalışması öne çıkar. Yerelde her parti örgütü, komitesi toplanır, bölgesindeki çalışmaları, yapılacak işleri yukarıdan bir emir beklemeden görüşür, karar alır ve uygular. Yerel örgütler parti merkezine pamuk ipliği ile bağlıdır. Parti merkezinden bir yetkili ayda, altı ayda belki yılda bir gelir, parti sekreteri veya komiteyle görüşür, tartışır, partinin genel politikasını ve gelişmeler karşısındaki tutumunu anlatır ve gider. Bundan sonrasında ne ve nasıl yapılacağına yereldeki örgüt karar verir. Bu kararlarda gayet tabii ki, parti yayın organlarındaki görüş ve yönlendirmeler temel alınır. Ama berlirleyici olan yerel örgütler ve onların çalışma koşullarıdır.
Avrupa’daki faşizm koşullarında parti çalışmaları illegaldi. Pari genel merkezi ya bir komşu ülkede, ya da Moskova’da idi. Gidip gelmeler zor ve tehlikeliydi. Onun için her örgütün kendi başına buyruk hareket etmesi esastı. Böylece hem polisin hem servislerin saldırısından korunmak daha kolaydı. Komünist partilerinde her yerel örgüt çalışmalarında otonomdur, bölgesiyle ilgili kararı yerel komite alır. Ama burada legal dönemde merkezle sıkı bir işbirliği vardır. İllegal koşullarda ise böyle bir işbirliği yoktur. Yerel örgüt kendi başına buyruktur, gazete, bildiri çıkarıp dağıtmaktan, her türlü eylem yapmaktan, yeni üye kazanmaya kadar tüm çalışmalardan sorumludur. Bir parti örgütü çökertilmiş olsa bile bir diğer parti birimi çalışmayı tüm sorumluluk kendisindeymiş gibi sürdürmeye devam edecektir. “Nerede bir komünist varsa, parti ordadır!” belgisinin içeriği de budur. Desentralizasyon budur.
Komintern’in desantralizasyon kararı 30’lu ve 40’lı yıllarda bizim partimizde partinin dağıtılması olarak anlaşıldı. Zaten illegal olan parti birimleriyle bağlar koparıldı, kendi başına bırakıldı, ama kendi başına çalışmaya alışık olmadığı için, hep yukarıdan birisinin gelip ne yapacağını söylemesini beklediği için “başına buyruk” çalışmayı desantralizasyonu uygulayamadı. Maalesef bu anlayış parti örgütlerinde bugüne kadar şu veya bu şekilde sürmüştür. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ağır saldırılara uğrayan parti birimleri kendisini bir türlü toplayamadı, ya geri çekildi, ya savruldu, ya da devletin hizmetine girdi. Çalışan bir parti birimi ortaya çıkmadı, çünkü böyle bir çalışma alışkanlığı yoktu.
Günümüzde bu anlayışın kesinkes yenilmesi gerekmektedir. Geçen yılda belirttiğimiz gibi, artık partinin eski üyelerini toparlama, onlarla partiyi kalkındırma aşaması kapanmıştır. Eski üyelerden tutarlı köşede kıyıda kalmış eski üyelere rastladığımız zaman gayet tabii ki, onları kazanacağız. Ama artık hedefimiz işçi ve emekçi yığınlarla kurduğumuz ilişkileri geliştirmek, daha ileriye taşımak, böylelikle genç kadrolar kazanmaktır. Partilinin ve parti biriminin artık kendi bölgesini taramalı, semtlerde ve işyerlerinde komiteler kurmalı, yaşadıkları ve çalıştıkları yerlerdeki yakıcı sorunlara el atmalı, halkın örgütlenmesine öncülük etmeli ve gençliğe yönelmelidir. Bunun için her komünistin ve her parti biriminin desantralizasyon anlayışı içinde çalışmayı öğrenmesi ve uygulaması gerekmektedir. Sizlerde son toplantılarınızda bu konuyu ismini koymadan tartıştınız ve uygulamaya geçtiniz. Bunun ilk adımı bundan böyle her yoldaşın kendi oturduğu ve çalıştığı yerde bir parti birimi kurmak ve kendi bölgesinde otonom çalışmaya başlamasıdır. Büyük toplantılar böylesi özel günlerde yapılmalı, bunun dışında her yoldaş kendi bölgesinde “başına buyruk” çalışmalıdır. Bu çalışmalarda partinin genel politikası, tutum ve anlayışı parti yayınlarından, Durum’dan takip edilmelidir. Her birim de kendi çalışmalarını Durum’da haber etmelidir. Lenin’in sözünü hepimiz biliriz: “Parti gazetesi sadece propagandist ve ajitatör değil, aynı zamanda örgütçüdür.” Artık yayını ciddiye almalı ve Durum’u güçlendirmeliyiz.
Erdoğan’ın islami-faşizan rejiminin hüküm sürdüğü ülkemizde desentralize çalışma yöntemi ayrı bir önem taşımaktadır. Seçim sonrasında Erdoğan’ın her alanda sertleşmeye başladığı görülmektedir. Önümüzdeki Mart ayında yapılacak yerel seçimlerden sonra Erdoğan’ın daha da sertleşeceği anlaşılmaktadır. Bizim de çalışmalarımızı ona göre ayarlamamız gerekiyor. Bunun yolu da desentralize çalışmadır.
Yoldaşlar,
Türkiye 2023 yılına kader yılı olarak girdi. Ya Erdoğan’ın islami-faşizan tek adam rejimi sonlandırılacak ya da Türkiye demokrasiden ve özgürlüklerden yoksun, ekonomik kalkınmasını başaramamış geri kalmış bir Orta Doğu ülkesi olarak bocalayıp duracak. İşte 2023’te yapılacak seçimlerle Erdoğan rejimini sonlandırmak, ülkeyi demokratikleştirmek, en azından işleyen bir burjuva parlamenter sisteme geçileceği umudu doğdu. Ama bu umudu gerçekleştirmek gerekiyordu. Bunun için koşullar da çok elverişliydi. Erdoğan ülke ekonomisini mahvetmiş, ekonomik krizden bir türlü kurtulamıyordu. Dışarıdan sıcak para gelmiyordu. Sıcak para gelmeyince Türkiye’de ekonomi işlemiyordu. Enflasyon aldı başını gitti. Halk pahalılık altında ezilmeye, geçinemiyoruz feryatları yükselmeye başladı. İğneden ipliğe, özellikle doğal gaza, suya, elektriğe, benzine zam üstüne zamlar geldi. Buna bir de Erdoğan’ın saray masrafları, israfı, çetelerine verdiği garantiler, Kürtlere karşı yapılan; Suriye’de, Irak’ta girişilen yayılma savaşının yükü bindi. Halkın pahalılık altında beli büküldü. Artık herkes bu yılki seçimde Erdoğan’a gidici gözüyle bakmaya başladı. 6 Şubat’ta ülkemizi, 10 ilimizi vuran depremde Erdoğan’ın 2 gün atıl kalıp binlerce insanın enkaz altında ölümüne neden olması eklenince “Erdoğan halktan oy alamaz” dendi.
Ama seçimler gösterdi ki Erdoğan yaptığı hileler, sınırsız kullandığı devletin olanaklarıyla birlikte halktan beklenmeyenden fazla bir oy aldı. İktidarını korudu. Ülkenin geleceği üzerinde demokrasinin değil, gericileşmenin, faşistleşmenin kara bulutları görülmeye başladı. Büyük bir fırsat kaçırılmıştı. Acaba neden? Bunun nedenlerini seçim değerlendirmelerimizde yaptık. Burada kısaca tekrar etmek gerekirse, muhalefetin seçimi kaybetmesinin nedeni sırf Erdoğan’ın hileleri ve kullandığı devlet olanaklarıyla açıklanamaz. Esas neden muhalefetin içine düştüğü atalet, yığınları harekete geçirememesi, Erdoğan’ın politikalarını, Kürtlere ve komşulara karşı savaş ve gerginlik politikalarını deşifre edememesi ve halka inandırıcı bir ekonomi ve kalkınma modeli sunamamasıdır. Bu tutumuyla burjuva muhalefeti objektif olarak halkın güvenini kazanamadı, güven vermeyen bir ittifaka da oy vermedi. İktidar “çantada keklik” değildi, çetin bir mücadele ve seçim kampanyası gerektiriyordu. Bunu başaramadılar. Buna bir de muhalefet ittifakı 6’lı Masa içindeki sübjektif sürtüşmeler, kavgalar eklendi. Halka Erdoğan’ı yenecek bir güç birliği içinde çıkamadılar. Başta Kürtlerle, HDP ile işbirliğine karşı çıktılar. Oysa seçimi kazanmak için Kürtlerin oyu şarttı. Onlarda ise Kürt düşmanlığının kökleri derindi. Oy istemeden önce bunların kırılması gerekiyordu. Bunlar kırılmadan zevahiri kurtarmak, Kürtlerin ve demokratik güçlerin gözünü boyamak için Kılıçdaroğlu hatır için HDP’yi Mecliste ziyaret etti, herkesin kabul ettiği anadil Kürtçe hakkında yaptığı açıklamalarla Kürtlerin oyunu almayı başardı. Ama derin devletin Akşener’le giriştiği adaylık operasyonu Kılıçdaroğlu’nu küçük düşürdü. Yığınlarda güveni sarstı. Bugün görülüyor ki, Kılıçdaroğlu da, Akşener de, 6’lı Masa da derin devletin Erdoğan’ı iktidarda tutmak için bir oyun ve planıydı. İlerici ve devrimci güçler bunu gördü ama yeterince halka bunu açıklayamadı. Burada aman ittifak bozulmasın anlayışı egemen oldu. Oysa ortada Erdoğan’ı devirecek bir ittifak yoktu. Maalesef sol ve demokratik güçler de burada gerekli inisiyatifi alamadı. Seçimler gümüş tepsi içinde Erdoğan’a sunuldu.
Burada HDP yönetiminin, Türk sol ve demokratik güçlerinin de büyük eksiklikleri oldu. Sırf Erdoğan’ı devirmek için bir eylem birliği oluşturulamadı. Türk sol ve demokratik güçlerinin büyük bir kısmında da Kürt düşmanlığı, Kemalizm bağımlılığı köklüydü. Bunlar Kürtleri kullanmak ama Kürtlerle yanyana durmak istemiyorlardı. SİP-TKP ve Sol Parti zaten başından Kürtlerden ayrıldı. TİP, EMEP gibileri de seçimde milletvekili çıkarmak, baraja takılmamak için Kürtlerle zoraki bir “ittifaka” girdi. Oysa HDP’nin böyle ittifaklara ihtiyacı yoktu. Bunlar zararlıydı ve bunlarla sürtüşmeler günlerce HDP’yi atıl duruma getirdi, yığın çalışmalarını engelledi. Oysa HDP’nin daha başından kendi cumhurbaşkanı adayını çıkarması, TİP ve EMEP’le olan ittifakı sonlandırması, kendi seçim kampanyasını yürütmesi gerekiyordu. Hepimiz için bu seçimlerden çıkarılacak çok dersler var. Önümüzdeki yerel seçimlerde bu hatalar yapılmamalıdır.
Yoldaşlar,
Şimdi önümüzde yerel seçimler var. Görülen o ki, burjuva muhalefeti büyükşehir belediyeleri dâhil yerel seçimleri yine gümüş tepsi içinde Erdoğan’a sunmuş durumda. Erdoğan daha 28 Mayıs akşamı yerel seçim kampanyasını başlatırken, tüm büyükşehirleri muhalefetten almak için start verirken muhalefet partileri hâlâ kendi içinde birbirine düşmüş birbiriyle boğuşmaktadır. Onların yerel seçim diye bir dertleri yok. Ama yoldaşlar bizim var. Şimdiden var gücümüzle yerel seçim kampanyaları başlatmalıyız. HDP ve YSP kendi içlerinde ve yığınlarıyla birlikte seçim değerlendirmesini yaptılar. Önümüzdeki günlerde yerel seçimle ilgili politikalarını açıklayacaklar. Onların önünde Kürdistan’da tüm belediyeleri kazanma, Batı’da da belediye meclislerinde güçlü temsiliyet elde etme mücadelesi durmaktadır. Biz HDP’yi veya YSP’yi Mayıs’taki seçimde olduğu gibi tüm gücümüzle destekleyeceğiz. Aday çıkarmadıkları yerlerde demokratik adaylara oy vereceğiz. Biz bu yerel seçimlerde de yığınlar içinde aktif bir seçim kampanyası yürüteceğiz ve yığınlarla bağlarımızı güçlendireceğiz. Şimdiden haydi yerel seçim kampanyasına!
Yoldaşlar,
2023 Yılı’nın bir başka özelliği de Cumhuriyet’in yüzüncü yılı olmasıdır. 29 Ekim 2023’de Cumhuriyet yeni bir yüzyıla giriyor. Bu yüzyıl içinde Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in miadını doldurduğunu hemen hemen herkes kabul ediyor. Kürtler ve Türk demokrasi güçleri ceberut, baskıcı, inkâr ve imhacı cumhuriyetin miadını doldurduğunu, bunun yerine eşitlik, özgürlük, özerklik temelinde demokratik bir cumhuriyet istiyorlar, bunun için savaşıyorlar. Kemalist ve İslamcı egemen güçler bir yandan Kürtlere, işçi sınıfına ve demokratik güçlere karşı bu baskıcı üniter cumhuriyete sıkı sıkıya sarılırken diğer yandan da bu cumhuriyetin sona geldiğini kabul etmektedirler. Kemalist güçler bu cumhuriyetin miadını doldurduğunu, ama sonlandırılması değil yenilenmesi, Batı’daki gibi burjuva demokrat bir cumhuriyetin oluşturulmasını istiyorlar. Erdoğan ve İslamist güçler için ise bu cumhuriyet baştan kurulmamalıydı. Padişahlık ve halifelik devam etmeliydi. Onun için Erdoğan bu cumhuriyeti bitirmek, başlayan yeni yüzyılın kendi yüzyılı olmasını istemektedir. Sözde belki bir cumhuriyet ismi kalacak, ama özde Yeni Osmanlıcı, yayılmacı, İslamcı, faşizan, demokrasi ve özgürlüklerden yoksun, hukuksuz, adaletsiz, güçler ayrılığının olmadığı tek adamın, Erdoğan’ın hüküm sürdüğü, hatta seçimle gelen “modern” bir padişahlık düzeni, diktatörlük olsun istemektedirler. Bunun adımlarını çoktan beri atmaktadırlar. Ama seçimden sonra bu adımlar hızlandırıldı. İslami yaşam tarzımıza aykırı diye festivaller, konserler yasaklanmakta, okullara imamlar atanmakta, ayrı kız ve erkek sınıflar istenmekte, hızla demokratik güçlerin üzerine gidilmekte, Merdan Yanardağ, Barış Pehlivan gibi yeni tutuklamalar olmakta, mazbatasını alan Can Atalay bırakılmamakta, Demirtaş, Yüksekdağ, Kavala, Öcalan ve Mücella Yapıcı ve diğer Gezi direnişi tutukluları gibi birçok insan yıllardan beri rehin tutulmakta, toplum sindirilmeye çalışılmaktadır. Yerel seçimlerden sonra bu gidişat büyük bir ihtimalle daha da hızlanacaktır.
Bu Cumhuriyet konusunda partimizin tutumu başından beri açıktır yoldaşlar. Komünistler nasıl bir cumhuriyet istediklerini Bakû’daki daha ilk kongrelerinde saptamışlardır: “Özgür halkların özgür birliği”ne dayalı Demokratik Şuralar Cumhuriyeti. Suphi ve Nejatlar Mustafa Kemal’in böyle bir “Sovyet Cumhuriyeti”ne karşı olduğunu biliyorlardı. Komünistler hiçbir zaman görüşlerini saklamadılar. Komünistler her zaman işçi, köylü, emekçi yığınların haklarını savunan bir hükümet için savaştılar. Kemalistler de burjuvazinin, tüccarın, ağanın çıkarını savunan bir hükümet için savaştılar. Ama Mustafa Kemal’le en azından halkların muhtar olduğu, işçi ve emekçilerin daha özgür olduğu, toprak reformunun yapılacağı burjuva demokratik bir cumhuriyette anlaşmaları mümkündü. İngilizlerin Mustafa Kemal’e yüz vermeyip Sevr’i uygulamak istediği, Mustafa Kemal’in de Sovyetlerden başka gidecek bir yeri olmadığı dönemlerde onun böyle bir cumhuriyeti kabul etmekten başka bir çaresi yoktu.
Ama bu durum Kızıl Ordu’nun Beyaz Ordu’yu yenip Aralık 1920’de Kafkaslara dayanmasıyla değişti. Kızıl Ordunun bu başarısıyla artık Ekim Devrimi ve Sovyet iktidarı kesin zafere ulaşmış ve dünyada kapitalist sistemin yanı sıra bir de sosyalist sitem doğmuş, dünyada güçler dengesi kökten değişmişti. İngilizler için Sovyetlere karşı Anadolu birden önem kazanmıştı. Onların Anadolu’da Sovyetlere karşı tampon bir devlete ihtiyaçları doğdu. Artık Sevr üzerinde diretmenin bir anlamı yoktu. Dünyadaki yeni koşullar yeni konferans gerektiriyordu. İngilizler Mustafa Kemal ile ilişkiye geçti, hem İstanbul hem Ankara hükümetlerini Londra’da Şubat 1921’de bir konferansa çağırdılar. Mustafa Kemal bu konferansa giderken Sovyetlere ve komünistlere karşı olduğunu, Anadolu’da tampon bir devlet istediğini İngilizlere ispatlamak için Çerkez Ethem’in üstüne yürüdü, Halk İştirakiyun Fırkası’nı kapattı, Mustafa Suphileri Karadeniz’de katlettirdi. Artık emperyalist güçler Mustafa Kemal’e güvenebilirdi. Bu tarihten itibaren Ulusal Kurtuluş Savaşı artık antiemperyalist değildir. Bu tarih aynı zamanda Anadolu’da bugünkü sınırlar içinde Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşudur.
Ama bunun için Yunanlılarla savaşmak gerekiyordu. İngilizler Mutafa Kemal’i Yunanlılarla baş başa bıraktı. Savaşmak için yardıma ihtiyacı olan Mustafa Kemal çareyi Sovyetlere gitmekte buldu. Sovyetler de Güney komşusuyla iyi geçinmek zorundaydı. Sovyetler Mustafa Kemal’e yardım etti. Savaş sonunda artık bugünkü sınırlar içerisinde cumhuriyet ilan edilebilirdi. Bu da 29 Ekim 1923’te oldu. Eğer Kuzeyde Sovyet iktidarı 1920 sonunda zafere ulaşmasaydı İngilizler Sevr’den vazgeçmezlerdi ve bugünkü Türk devleti oluşmazdı. Eğer Sovyet yardımları olmasaydı Yunanlılarla savaşılamazdı ve bugünkü Türk devleti olmazdı. Türk demokratik güçlerinin bu gerçekleri sürekli göz önünde bulundurmalıdır.
Sovyetler daha sonra Türkiye’nin kalkınması, bir sanayinin kurulması ve planlı bir kalkınmaya geçilmesi için yardımlarını esirgemedi. Böylece de Türkiye’nin nasıl kalkınacağına da bir örnek verilmiş oldu. Burada belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin kalkınması bugün uygulanan neoliberal kapitalist politikalarla mümkün değildir, kalkınma cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi karma planlı ekonomiyle mümkündür. Sadece kalkınma sorunu değil, aynı zamanda ülkenin demokratikleştirilmesi ve özgürleştirilmesi, Kürtlere ve komşulara karşı verilen savaşa son verdirilip barışı sağlama sorunu da önümüzde durmaktadır. Bunları savunmak ve gerçekleşmesi için savaşmak biz komünistlerin görevidir. Bu bizim politikamızdır.
Yoldaşlar,
Önümüzde çok iş var. Ama tutacağımız ana halka partimizi ayağa kaldırmaktır. Parti olmadan, örgüt olmadan her alanda bir başarı elde etmek mümkün değildir. Şimdi önde duran görev desantralizasyon anlayışıyla herkes kendi semtinde ve işyerlerinde, yığınlar içinde parti örgütleri, komite ve hücreleri kurmaktır. Partimizin 103. Kuruluş yıl dönümünde yaptığımız bu toplantı çalışmalarımıza yeni bir ivme olsun.
Haydi yığınlara!
Yeniden semtlerden, fabrikalardan kavga sesleri yükselsin!
Unutulmasın, TKP yaşıyor ve savaşıyor!
Yaşasın TKP, Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!
10 Eylül 2023
TKP – 1920
www.tkp-online.com