I- TKP: Türkiye işçi sınıfının politik örgütü, savaşkan öncü koludur
TÜRKİYE Komünist Partisi TKP, Türkiye toplumunun en ilerici ve devrimci gücü olan işçi sınıfının politik örgütü, onun savaşkan öncü koludur. O, proletaryanın, köylülerin, bütün emekçilerin çıkarlarını, tüm Türkiye halklarının eşitlik ve özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlığını savunur, emperyalistlerle işbirliğine, onların ülkemize ve bölgemize müdahalelerine karşı çıkar.
TKP, ülkemizde egemenliği gasp etmiş, uluslararası emperyalist tekellerle kaynaşan, halkı sömüren ve ezen, ülkeyi yağmalayan tekelci burjuvaziye, onun saldırgan, yayılmacı, savaşçı, halkların varlığını, Türkiye’nin gerçeğini inkâr eden gerici, faşizan iktidarına, otoriter tek adam rejimine karşı savaşır. Bu savaşın başarıyla yürütülmesi için işçi sınıfının birliği ve tüm emekçi güçlerin eylem birliği, ulusal baskıya, demokrasinin, özgürlüklerin rafa kaldırılmasına karşı Türkiye’nin köklü bir demokratik değişimini isteyen demokratik güçlerin demokratik ittifakı, Erdoğan’ın faşizan tek adam rejimine karşı tüm muhalif güçlerin birleşmesi ve Erdoğan iktidarına son verilmesi için çalışır.
TKP’nin yakın amacı 100 yıldan beri ülkede hüküm süren, işçi sınıfını ve emekçileri ezen, Türkiye halklarını inkâr ve imha eden, sırtını emperyalist güçlere ve NATO’ya dayayan otoriter, faşizan, antidemokratik düzeni kökten değiştirmek, bu baskıcı cumhuriyetin yerine insanların ve halkların kendilerini özgürce ifade ettikleri ve örgütlendikleri, eşitlik ve özerklik temelinde yükselen demokratik bir cumhuriyeti yaratmaktır. Bunun için her şeyden önce gerici faşizan hükümetlere son verilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin geniş yığınlar tarafından kullanılır hale gelmesi, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollardan çözülmesi, komşularla iyi dostluk ve dayanışma ilişkilerinin geliştirilmesi, emperyalistlerle her türlü saldırganlık anlaşmalarının lağvedilmesi, NATO’dan ve askeri paktlardan çıkılması, halka refah sağlayacak, işsizliği, pahalılığı önleyecek, ülkenin kendi kaynaklarına dayalı bir kalkınma modeli geliştirmek gerekmektedir.
TKP’nin uzak amacı her türlü sömürünün yok edildiği, eşitsizliğin ve baskının kaldırıldığı, savaşın ve düşmanlıkların son bulduğu demokratik, özgür, eşitlikçi, barışçıl, dayanışmacı yeni toplum sosyalizme varmaktır. Bu işçi sınıfının tüm emekçilerle hep birlikte enternasyonal düzeyde tekellere karşı verilecek bir savaşla mümkündür. İnsanlığın sömürüden ve baskıdan kurtuluşu enternasyonaldir. Türkiye işçi sınıfı bu mücadeleye ülkede tekellerin gücünü kırarak, işçi sınıfı öncülüğünde tüm ilerici ve demokratik, antitekelci güçlerin ortak iktidarını kurarak, güçler dengesini sosyalizm lehine değiştirerek katılacaktır. Sosyalizme giden yol, toplumun ve insanın, alt ve üstyapının değişim yolu uzun bir yoldur, sabır isteyen, başarı ve yenilgilerle, acı ve sevinçlerle, cinayet ve ölümlerle, zindan ve sürgünlerle, likidasyon ve yeniden atılımlarla dolu bir yoldur.
TKP bir asırdan beri bu yoldan yürüyerek bugünlere gelmiştir. O bu yolu, teorik bir görüş üzerinde elele veren, tek ülkü ve tek fikri paylaşan, halklarımızın ulusal, demokratik, devrimci geleneklerine, deneylerine sahip çıkan, proletarya enternasyonalizmine dayanan, çağımızın en devrimci bilimini: Marksizm-Leninizm ülkü ve ilkeleriyle yoğrula yoğrula yetişen ve bunu eylemlerine kılavuz edinen komünistlerle kat etmiştir. TKP bu komünistlerin gönüllü birliğidir ve öyle olmaya devam edecektir.
II- TKP’nin kuruluşu ve enternasyonal dayanışma
Partimiz 10 Eylül 1920’de Mustafa Suphi’nin öncülüğünde Bakü’de kuruldu. Böylece partimizin üç kolu yurt dışında Sovyetlerdeki parti örgütü, Ankara merkezli Anadolu’daki parti örgütü ve İstanbul parti örgütü birleşmiş oldu. Bu, birbirinden bağımsız oluşmuş örgütlerin bir birleşmesi değil, Mustafa Suphi ve Komintern’in önderliğinde oluşmuş parti birimlerinin bir çatı ve merkez altında toplanmasıydı. TKP Marksçı-Leninci ilkelere bağlı, dünya ölçüsünde kapitalizme ve emperyalizme karşı yürüyen enternasyonalist mücadelenin bir parçası olarak Ekim Devrimi’nin ateşleri ve ülkedeki ulusal kurtuluş savaşının içinde doğmuştur. Enternasyonal dayanışma onun halklarımızın kurtuluşu için verdiği mücadelede güç kaynağı olmuştur. Proleter enternasyonalizmi devletin tüm baskı ve saldırılarına rağmen partimizi yaşatmış, radyo ve basılı yayınla partimiz sesini işçi ve emekçi yığınlara ulaştırmıştır. Bu mücadelelerde partimiz TKP’nin şaşmaz pusulası Marksizm-Leninizm, başta Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm olmak üzere dünya işçi ve komünist hareketinin zengin deneyleri olmuştur. Marksizm-Leninizm ve bu deneyler onun günümüz ve gelecekteki mücadeleleri için dayandığı ve dayanacağı en büyük güçtür.
TKP’nin kurulmasıyla Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve köylüleri, Türkiye halkları hem padişahlığa ve halifeliğe, hem kapitalizme ve emperyalizme karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde tüm güçleri birleştirmeyi amaçlayan bir örgüte, sahip olmuştur. O gün Türkiye halklarının önünde duran sorun I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş ve emperyalistlerin yağmasına uğramış, fiilen çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin yerine nasıl bir devletin geleceği sorunu idi. Burada örnek kuzeyde doğmakta olan Sovyet Devleti idi.
III- TKP’nin doğuşu ve gelişmesi ile Türkiye’nin doğuş ve gelişmesindeki içiçelik
Ekim Devrimi ülkeye dalan emperyalistlerin atılabileceğini ve halkların Şuralar Cumhuriyeti şeklinde birlikte yaşayabileceğini göstermişti. Ama başta Mustafa Kemal olmak üzere Osmanlı paşaları emperyalizme bağımlı ağaların ve burjuvazinin egemenliğinde bir Türkiye yaratmaya çalışıyorlardı. Onların ideali Misak-ı Milli sınırları içinde kendi iktidarlarını kurmak, büyük ölçüde katlettikleri Hıristiyanlar dışında Müslüman Kürtlere ve diğer azınlıklara belli bir muhtariyetin öngörüldüğü bir Türk-İslam devleti yaratmaktı. Buna karşılık TKP ve onun kurucuları Mustafa Suphiler ise işçi sınıfı ve köylülerin, geniş emekçi yığınların ve aydınların egemenliğinde emperyalizmden bağımsız Sovyetlere dost bir ülkenin yaratılması, Kürtlerin ve diğer Türkiye halklarının eşitlik, özerklik ve özgür birliktelik temelinde barışçıl ortak bir yaşamın sağlandığı, plebisit (referandum) yoluyla her halkın ayrılmaya veya birlikte yaşamaya özgürce karar verdiği federatif şuralar cumhuriyetinin kurulması idi.
Bunlar özde iki ayrı politikaydı. Ama Sovyetlerin desteği ile emperyalizme karşı savaşırken ortak bir yol bulunabilirdi. Çünkü Mustafa Kemal emperyalistlere karşı savaşmak ve onlardan kurtulmak için Sovyetlere muhtaçtı, Mustafa Suphi’nin desteğine ihtiyacı vardı. Bu dönemde Mustafa Kemal Mustafa Suphi’yi hem bir rakip, bir hasım, hem de mecburi bir müttefik görüyordu. Birlikte yol almak gerekiyordu. Sovyet yardımı ve TKP’ye karşı tavır Türkiye’nin kuruluş ve gelişmesinde hep belirli bir rol oynamıştır. TKP’nin doğuş ve gelişme tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş ve gelişme tarihinde böylesi bir içiçe durum vardır. O gün yaratılamayan Kürtlerin ve diğer Türkiye halklarının eşitlik, özerklik ve özgürlük temelinde demokratik, federal bir şuralar cumhuriyeti bugün hâlâ savaşım gündemde duruyor.
IV- Ekim Devrimi’nin zaferi, iki sistemli dünya ve Suphilerin katli
Mustafa Kemal’in Sovyetlerle zorunlu dostluğu 1920 yılının sonuna doğru değişmeye başladı. 1920 yılının Ekim ve Kasım aylarında Rusya’nın Avrupa kısmında iç savaş Beyaz Ordu’nun yenilgisi ve Kızıl Ordu’nun zaferiyle sonuçlandı. İngilizler doğmakta olan yeni dünya koşullarında Ankara’ya Mustafa Kemal’e yanaşmanın zorunluğunu saptadılar. Sevr’i gözden geçirmek üzere hemen Ankara ve İstanbul hükümetleriyle birlikte Şubat 1921’de Londra’da bir konferans toplamaya karar verdiler. Anadolu’nun parçalanması değil, Sovyetlerin güneyinde Batı yanlısı modern bir Türkiye Cumhuriyeti İngiliz emperyalizminin çıkarınaydı.
Tam bu sırada, 28 Aralık 1920’de Suphiler Kars’a gelmişlerdi. Artık Mustafa Kemal’in Mustafa Suphi ile ittifaka ve zorunlu Sovyet dostluğuna ihtiyacı yoktu. Mustafa Kemal Londra’ya giderken İngilizlere komünistlerin üstesinden gelebileceğini göstermek istiyordu. İlk önce Yeşil Ordu ve Çerkes Ethem’in Kuvvay-ı Seyyare birlikleri yok edildi, sonra 28-29 Ocak 1921 gecesi Mustafa Suphi ve 14 yoldaşımız Karadeniz’de katledildi, alı koyulan Mustafa Suphi’nin eşi Maria (Meryem) da daha sonra hunharca katledildi. Sonra da Halk İştirakiyun Fırkası kapatıldı ve yöneticileri tutuklandı, ağır kürek cezasına çarptırıldı.
Mustafa Suphilerin katli Türkiye genç işçi sınıfı ve Türkiye halkları için büyük bir kayıptı. Onlar en yiğit evlatlarını, en bilinçli Marksçı-Leninci kadrolarını, en deneyimli önderlerini kaybetti. Bu ağır darbeden sonra işçi sınıfı, emekçiler uzun yıllar toparlanamadı. Partiye bir dönem Şefik Hüsnü egemen oldu. Partiye revizyonistler, likidatörler ve Menşevikler gelip gittiler, ama parti her seferinde Mustafa Suphi’nin Marksçı-Leninci yolunu buldu. Parti ancak Mustafa Suphilerin yolu savunularak yaşatılabilir.
V- Suphilerin katli sonrası Mustafa Kemal’in Ulusal Kurtuluş Savaşı antiemperyalist değildir
Mustafa Suphilerin katlinin Türkiye için bugüne kadar gelen derin sonuçları olmuştur. Londra Konferansı’yla birlikte, artık Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın belirleyici niteliği antiemperyalizm değildir. Batı Anadolu’nun kimde kalacağı meselesidir. İngilizler Sovyetlerin güneyinde güçlü bir Türk devleti istemekteydi. Bu zaten Mustafa Kemal’in ve diğer Osmanlı paşalarının amacıydı.
Bu paşaların önüne ilk kez yıllardan beri hayalini kurdukları Anadolu’da Hıristiyan halkların yok edildiği ve Müslüman halkların da inkâr ve asimile edileceği bir Türk devleti yaratma olanağı doğmuştu. Onlar çoktan Ermenileri soykırıma tabi tutmuşlar, Süryanilerin, Keldanilerin, Pontus Rumlarının birçoğunu katletmişlerdi.
Londra Konferansı’yla birlikte artık Türkiye’nin antiemperyalist, demokratik bir devlet olarak kurulması suya düşmüştür. Türkiye esas yerinin Batı’nın, emperyalizmin yanında olduğuna karar veriyordu. Buna rağmen Sovyetler güney sınırının güvenliği için komşusu Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Mustafa Kemal ve paşalar da Batıya karşı ellerinde Sovyet kartını tutabilmek ve Sovyetlerin yardımlarından yararlanabilmek için onlarla da ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti daha başından Sovyetlerle emperyalist Batı arasında tampon bir ülke olarak doğmuştur. Onun bu karakteri bugün hâlâ devam etmektedir. Çözüm bundan 100 yıl önce olduğu gibi içerde başta Kürtler olmak üzere kendi halklarıyla, dışarıda komşuları ve bölge halklarıyla barış içinde, eşit, özgür, paylaşımcı ve dayanışmacı bir Türkiye yaratmak için çalışmaktır.
VI-.TKP’nin İkinci Kongresi ve partiye getirilen 100 yıllık yasak
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak, Yunanlılarla savaşmak için silah, para ve malzeme yardımına ihtiyaç vardı. Bu yardımın geleceği tek yer Sovyetlerdi. Mustafa Kemal bir süre komünist faaliyetleri serbest bıraktı. Komünistler örgütlenmeye ve yayın çıkartmaya başladılar. Yasağa rağmen ülkede 15 Ağustos 1922’de gizlice Komintern’den bir heyetin de katıldığı kongre topladılar. Halk İştirakiyun Fırkası’nın bu kongresi TKP’nin II. Kongresi’dir. Kongre, partinin ilkesel tutumunun emperyalistlere, sömürücülere karşı savaştığı sürece ulusal burjuvaziyi “tutmak”, onu bu savaşa zorlamak olduğunu, en başta, ulusal egemenliği kazanmak gerektiğini, proletarya diktatörlüğünün güncel değil, daha ileriki bir hedef olduğunu saptadı.
Kongre sonrası parti çalışmalarına hız verdi. Ama legal çalışma dönemi uzun sürmedi. Lozan’a giderken İngilizlere yine Sovyetlerin ve komünistlerin etkisinde olmadığını göstermek istiyordu. Ekim 1922’de hükümet Ankara’da partinin merkezini kapattı, parti teşkilatını dağıttı. Bugün hâlâ partimizin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan yasak bu 1922’deki yasaktır.
VII- TKP Üçüncü Kongresi ve partide ortaya çıkan iki çizgi
Ankara’da örgütün kapatılmasıyla parti çalışmaları İstanbul’da yoğunlaştı. Ankara’dan tutuklanmaktan kurtulanlar ve 1922’deki Komintern 4. Kongresine Ankara’dan katılanlar İstanbul’dan gelen heyetle birlikte İstanbul’a döndüler. Böylece Anadolu ve İstanbul örgütleri fiilen birleşmiş oldu. Komintern 4. Kongresinde Kemalist hükümetin İngilizlere, emperyalizme yaklaşma politikası ve partiye koyduğu yasak protesto edildi. İstanbul o zaman daha Ankara Hükümeti’nin kontrolünde değildi. Orada komünist ve işçi faaliyetleri görece serbestti. İstanbul’daki parti örgütü yarı legal çalışıyordu. İstanbul örgütüne Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’ndan (TİÇSF) kalma çoğu küçük burjuva aydını olan kadrosuyla Aydınlık, Orak-Çekiç gibi yayınlar çıkartan Şefik Hüsnü hâkimdir. Şefik Hüsnü Komintern 5. Kongresi’ne katıldıktan sonra 1925 senesinde İstanbul’da partinin III. Kongresini topladı. Bu kongrede Şefik Hüsnü genel sekreter seçildi.
III. Kongre partide aynı zamanda bir kırılmaydı. Çünkü Şefik Hüsnü başından beri partide ayrı bir baş çekiyordu. Çağrılmasına rağmen ne Bakü’deki I. Kongre’ye ne de Ankara’daki II. Kongre’ye katıldı. Onun kongrelere katılmamasında politik tutumu belirleyici bir rol oynuyordu. Ankara’daki Kongre ulusal burjuvazinin, yani Mustafa Kemal’in emperyalizme ve sömürgecilere karşı savaştığı sürece tutulacağı, onun bu savaşa zorlanacağı ilkesini savunurken, Şefik Hüsnü ise Ankara hükümetinin partiye saldırılarını ve kapatma kararını göz ardı ederek zaferden dolayı hükümeti, Mustafa Kemal’i kutluyor ve ondan “gelişme yolundaki mücadelede bütün emekçilerin devrimcilerle sonuna kadar birlikte olacağını temin ve yakın gelecekte işçi ve çiftçilerimizi gerçek kurtuluşa eriştirecek biricik çare olan kolektif üretim, kolektif mülkiyete dayanan sosyal devrimin gerçekleştireceğini kuvvetle ümit” ettiğini söylüyordu.
İstanbul ve Ankara örgütleri arasında Kemalist hükümete karşı bu iki yaklaşım değişik biçimlerde partide sürekli ortaya çıkmış, zaman zaman iki ayrı politik çizgi görünümünü almıştır. Özellikle 1920’li yıllarda Şefik Hüsnü’nün çıkarttığı Aydınlık dergisinde Mustafa Kemal’i ve milli sermayeyi destekleyen yazıların Komintern 5. Kongresi’nde “Struvecilik” olarak eleştirilmesi ve partide Vedat Nedim Tör ve Sevket Süreyya gibi Kemalistlerle çalışmayı tercih etmesi, onun bu politikasına Nazım’ın, İ.Bilen’in ve Ankara’dan gelenlerin karşı çıkması, bunların Kemalistlerin politikasına daha kararlı tavır konmasını istemeleri ve diğerlerinin bunu reddetmesi partide uzun zaman iki çizginin çatıştığını göstermektedir. Bu iki çizgiden Kemalistlerle “uzlaşmayı” tercih eden çizgiye şefik Hüsnü çizgisi, Kemalistlere karşı daha tutarlı bir tavır isteyen çizgiye de Mustafa Suphi çizgisi diyoruz. Mustafa Suphi’nin ve Ankara örgütünün çizgisi emperyalizme karşı, Sovyetlere dost olduğu sürece Kemalist hükümetin desteklenmesi, tersi durumda ona karşı ardıcıl bir tavır sergilenmesidir. Şefik Hüsnü ve çevresi bu politikayı uygulamakta zorlanmışlardır. Burada onların Fransa’dan Jean Jaures ve Almanya’dan Spartaküs ekolünden olmalarının ve Moskova’da tahsil görmemelerinin de bir rolü olmuştur. Nazım, Bilen ve diğer Ankara’dan gelen üyeler Moskova’da tahsil etmiş, bir kısmı Bakü’de bulunmuş Bolşevik kadrolardı. Şefik Hüsnü bu kadroları değerlendirmekten hep çekinmiştir.
Şefik Hüsnü, Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya’dan sonra çevresinde Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi Kemalistleri toplaması ve bunlarla birlikte olmayı tercih etmesi Kemalizm’le bir sorunu olduğunu göstermektedir. Bu sorun belli bir ölçüde Komintern’den de kaynaklanmaktadır. Komintern’in hem sosyaldemokratlara, hem Kemalistlere karşı tavrı zaman zaman değişmiştir. Bundan Türkiyeli komünistler çok etkilenmiş, Kemalistlere karşı tutarlı bir tavır almakta zorlanmışlardır. Oysa tutulacak politika hem Bakü, hem Ankara kongrelerinde saptanan tavırdır. Emperyalizme karşı oldukları sürece Kemalistlerin desteklenmesi, işbirliği yaptıkları zamanda karşı çıkılmasıdır. Bu o günün koşullarında uygulanması zor olan bir politika olmuştur.
Daha çok Şefik Hüsnü ve çevresindekilerde, Vedat Nedim Tör, Kıvılcımlı, Mihri gibilerinde çıkan bu Kemalist yaklaşım partiye büyük zararlar vermiştir. Bunların etkisi kesinkes 1973 atılımıyla sonlandırılmıştır.
VIII- Şefik Hüsnü ve Kürt isyanları
İstanbul’da partinin yarı legal çalışması da uzun sürmedi. Hükümet 1925 Şubat-Nisan aylarında Şeyh Sait yönetimindeki Kürt isyanını bahane ederek Aydınlık ve diğer yayınları kapattı, yarı legal parti faaliyetlerine son verdi. Gelmekte olan tehlikeyi gören Şefik Hüsnü ve Nazım Hikmet yurt dışına çıktılar, kalanlar 1 Mayıs’taki eylemleri nedeniyle Ankara’da İstiklal Mahkemesi’nde yargılandılar. Orak-Çekiç’te Kürt isyanı karşısında alınan hükümet yanlısı tutum ve Kemalist tavır da yarı legal parti ve yayın faaliyetlerini sürdürmeye fayda etmedi.
Orak-Çekiç’de yayınlanan Şeyh Sait isyanının değerlendirmesi komünist bir yaklaşımdan çok uzaktı. Dergide Şeyh Said isyanının bir irticaa hareketi, İngilizlerin kışkırtmasıyla gerici güçlerin, şeyhlerin, ağaların, derebeylerin, halife yanlılarının Cumhuriyet hükümetine, onun inkılâplarına karşı bir isyanı olarak değerlendirilmiş, “kara kuvvete” karşı işçilerin ve burjuvazinin birlikte hareketinin zorunluluğu vurgulanarak hükümetin isyanı bastırması desteklenmiştir, Şeyh Sait isyanının Kürtler üzerindeki ulusal baskıya, inkâr ve imha politikasına karşı Kürt halkının bir başkaldırısı olduğu ve bu isyanın demokratik bir içerik ihtiva ettiği görülmemiştir. Şefik Hüsnü’den habersiz yapılamayacak olan bu değerlendirmeler bundan sonraki Kürt isyanlarının değerlendirilmesinde, özellikle Dersim isyanının değerlendirilmesinde de etkili olmuş, uzun zaman Kürt isyanlarının derinlemesine bir analizinin yapılmasını engellemiştir.
Şefik Hüsnü’nün ve diğer Türk komünistlerinin Kürt sorunundaki bu tutumu Komintern ve Sovyetler’in politikasından ayrı düşünülemez. Ama Kürt isyanlarının İngilizlerin müdahalesi ve şeyhlerin hilafet istemesinin dışında esas nedeninin Kemalist hükümetin inkâr, imha ve asimilasyon politikasından kaynaklandığını Komintern’e anlatmak, Komintern temsilcisi olarak en başta Şefik Hüsnü’nün göreviydi. Görüldüğü kadarıyla Şefik Hüsnü bu görevi yerine getirmemiştir. Her kes Kürt isyanlarını izahta İngilizlerin kışkırtması olduğu kolaycılığına kaçmıştır. Komintern ve Sovyetlerin Kemalist hükümete karşı uygulamak zorunda olduğu dostça politikaya rağmen, onlara Kürt isyanlarının gerçek nedenini izah edememek Şefik Hüsnü ve Türk komünistlerinin büyük bir eksikliği olmuştur.
Günümüzde de birçok sol, demokratik çevrede Kürt konusunda hâlâ Kemalist konumlarda olmasının o dönemdeki bu tutumların payı vardır. Artık bugün partimizin Kürt ve genel olarak Türkiye halkları konusunda tutumu açıktır. Bu tutum 1920’de Bakü’de I. Kongrede saptanan politikadır: Kongrede kabul edilen programda “dil ve kültür açısından her ulusun tam özgürlüğü” vurgulanmakta, “herhangi bir ulusa özgü her türlü ayrıcalığın” ortadan kalkacağı belirtilmekte, “devlet örgütlenmesinde farklı uluslara mensup işçi ve köylülerin şuralar cumhuriyetinin kurulması” ve “’özgür ulusların özgürce birliği’ esasında olmak üzere federasyon usulünün öngörüldüğü açıklanmakta, “ ulusların “tamamen ayrı bağımsız yaşama isteğini ifade” etmeleri durumunda, “uluslar arasında kanlı kavgalar çıkmasına yer vermemek için, bu gibi sorunların ‘plebisit’, genel oya başvurarak çözülmesi yolunda” partinin öncülük edeceği belirtilmektedir. Bugün de partimiz Suphilerin yolunda her ulusun ayrılma, ayrı devlet kurma hakkı da dâhil kendi kaderini özgürce belirleme hakkını tanır. Eğer bir halk birlikte yaşama yönünde karar verirse, bu hakkın ancak eşitlik, özgürlük ve özerklik temelinde örgütlenmiş demokratik bir cumhuriyette olabileceğini savunur.
IX- Partide yeni çalışma biçimi: yurt dışı bürosu ve yurt içi parti sekreteri ve desantralizasyon
Şefik Hüsnü yurt dışına çıkarken yerine bir MK oluşturdu ve MK’nin başına parti sekreteri olarak Vedat Nedim Tör’ü bıraktı. Böylece zorunlu olarak partide iki yönetim merkezi oluştu: Biri yurt dışında, diğeri yurt içinde. Yurt dışında ilk başlarda Moskova’da Komintern’de parti temsilcisi bir kişi veya grup bulundurulmuş, 60’lardan sonra da politik ideolojik ve yayın çalışmalarını yürüten bir büro oluşturulmuştur. Diğeri ülke içinde pratik-örgütsel işleyiş ve çalışmaları yürüten bir MK ve örgüt sekreteri olmuştur. Bu çalışma yöntemi uzun zaman, 1990’da TBKP’nin legal kongresine kadar partide yürürlükte kalmıştır. Parti üst yönetiminin işleyişi, yurt dışında bir büro ve ülkede bir parti sekreteri yönetiminde bir MK şeklinde teşekkül etmiştir.
Parti sekreteri olarak görev yapanlar arasında polise teslim olan Vedat Nedim Tör’den sonra Hasan Ali Ediz ( o da polise teslim oldu), Reşat Fuat, Zeki Baştımar bulunmaktadır. Bu çalışma yöntemi genel olarak doğru olmakla birlikte ülke ile iyi bağlar kurulamadığı veya bencil, “benim adamım” anlayışıyla kadrolar seçildiği, bürokratça yanaşıldığı durumda partiye zarar verebilmektedir. Bu işleyiş ülke parti örgütlerinin kendi başına buyruk hareket etmesine, yatay ilişkilerin kurulmasına, disiplinsizliğe, dış büronun etkisinin azalmasına, likidasyonlara neden olabilmektedir.
Partide diğer bir çalışma yöntemi de desantralizasyondur. Desantralizasyon faşizm ve ağır terör koşullarında illegal parti çalışmasında uygulanan bir yöntemdir ve içeriği üsten alta ve alttan üsse olan akışları durdurmak ve her parti biriminin kendi başına otonom çalışması sağlamak demektir. Böylece partinin fabrika ve mahalle birimleri, hücreleri tutuklanmadan korunmuş, parti çalışmalarını sürekliliği sağlanmış olmaktadır. Bunların merkeze bağları pamuk ipliği ile bağ gibidir, daha çok radyolar üzerindendir. Günümüzde illegal çalışmalarda modern iletişim ağının iyi düşünülmesi gerekmektedir, bunlar iktidarların kontrolünde olan teknolojilerdir.
X- Vedat Nedim Tör ve partide “menşeviklik”
Şefik Hüsnü’ün ilk sekreteri Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya ile birlikte Komintern kararlarını dinlemeyerek, partinin politikasını hükümetin politikasıyla uyumlu hale getirerek parti çalışmalarını dumura uğratmışlardır. Viyana konferansında partinin içine düştüğü kötü durum ve Vedat Nedim Tör’ün hataları eleştirilmesine rağmen Şefik Hüsnü Nedim Tör’ü “benim adamım” anlayışıyla yine parti sekreteri tayin etmiştir. Ama Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Kemalist anlayışla parti politikasını sürdürdüler. Komintern kararlarını dinlememeye devam ettiler.
Bu gelişmeler karşısında Komintern bunların çalışmalarını “menşeviklik” olarak niteledi ve parti çalışmalarını düzenlemek üzere Şefik Hüsnü’yü Türkiye’ye yolladı. Görevden alınacağını sezen Vedat Nedim Tör Partinin bütün evraklarını polise teslim etti ve Şefik Hüsnü’nün yerini de polise ihbar etti. Şefik Hüsnü dâhil parti bir tutuklama daha yaşadı. Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya da Kemalist ideolojinin yapımcısı olan “Kadro” dergisini çıkartmaya başlayarak yerlerini buldular. Tutuklanan Şefik Hüsnü hapisten çıkınca yurt dışına gitmeden önce geçici bir MK oluşturdu, Bu MK’ya Komintern’in önerisiyle İ. Bilen ve Hüsamettin Özdoğu da girdi. Böylece Suphici kadrolarla Şefik Hüsnü taraftarları arasında bir denge sağlanmış oldu.
XI- Nazım Hikmet başkaldırıyor ve kongre topluyor
Şefik Hüsnü’nün kurduğu MK uzun ömürlü olmadı, Kıvılcımlı’nın hatası yüzünden İzmir’de yeni bir tutuklama başladı. MK’nın çoğu tutuklandı, hüküm giydi. Bundan sonra partide tutuklamanın yaşanmadığı bir yıl olmamıştır. Devlet komünistlere karşı savaş açmıştır. Mustafa Kemal 1929’da bizzat Yargıtay üyelerinden komünistlerin en ağır şekilde cezalandırılmasını istemiştir. O bu istemiyle Türkiye ve dünyada baş gösteren ekonomik ve politik krizin halkta yol açtığı ve özellikle kendisine yönelen tepkileri komünistlerin üstüne yıkmaya çalışmıştır,
Arka arkaya gelen tutuklamalar ülkedeki parti yönetimine karşı tepkileri daha da büyütmüştür. Partinin bir kongre yapıp MK’sını seçmesini isteyen Nazım Hikmet sesini duyuramayınca 1929’da Pavli adasında bir Kongre toplanış, ağır suçlamalarla karşı karşıya kalmıştır. Komintern Nazım’ın topladığı kongreyi tanımamıştır. Nazım’ın bu yaptığı doğru değildi. Zira partide kongre Komintern’in izniyle toplanır. Nazım sonra hatasını görmüş, özeleştiri yapmıştır.
Nazım’ın girişiminden sonra partide sorunlar daha da keskinleşti. Dağınık bir dönem yaşandı. Komintern, kadroların Nazım “muhalefetinden” kopup yeniden Şefik Hüsnü önderliğinde Komintern kararlarına göre toparlanmasını istedi. Bu dağınıklığa son vermek için bir kongre toplanmasının aciliyeti doğdu. 1932 Şubatı’nda Haliç-Defterdar’da partinin 4. Kongresi toplandı. Şeklen de olsa partinin birliği sağlandı, ama tartışmalar devam etti.
Nazım geri çekildi, 1938’de hem Kara Harp Okulu hem Donanma davalarından tutuklandı, 28 sene 4 aya mahkûm oldu. Hükümet Nazım’a ceza verebilmek için Faşist İtalya’dan alınan Ceza Kanununun 141 ve 142 maddelerindeki “cebir” unsurunu çıkarttı, böylece düşünce suç sayılır hale getirildi. Nazım yaptığı açlık grevinin ve geniş bir dayanışma hareketinin etkisiyle 1951’de hapisten çıkınca Moskova’ya gitti, 1963 yılında ölünceye kadar TKP saflarında ve aynı zamanda dünya barış hareketi içinde aktif olarak mücadele etti.
XII- II. Dünya Savaşı ve partinin antifaşist cephe çalışmaları
1930’lu yılların sonunda partinin varlığı ve yokluğu tartışılır hale gelmiştir. Komintern Yürütme Kurulu partinin durumunu görüşmek üzere bir toplantı yaptı. TKP’den toplantıya Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat katıldı. Partinin güçlendirilmesi ve faşizm koşullarında çalışmaların düzenlenmesi konusunda önemli kararlar alındı. Komintern Şefik Hüsnü’yü illegal parti çalışmalarından aldı, sırf legal alanda, ittifaklar konusunda çalışmak üzere 1939’da Türkiye’ye gönderdi. Moskova’da partiyi temsilen İ. Bilen kaldı.
Komintern’in VII. Kongre kararlarına uygun partinin legal ve illegal çalışmalarını uyumlu bir şekilde yürütmek ve örgütü yeniden ayağa kaldırmak için Reşat Fuat ve Zeki Baştımar da Türkiye’ye döndüler. Reşat Fuat örgüt işleriyle görevlendirildi. II. Dünya Savaşı öncesinde ve esnasında, 40’lı yıllarda parti başarılı bir çalışma götürdü. Hem parti yeniden toparlandı hem ülkede hızla yayılmaya başlayan faşizmin etkisine karşı Sovyet dostluğunu savunan güçlü bir antifaşist cephe çalışması yürütüldü. Legal yayınlar geniş çevrelerde etkili oldu. Partinin güçlenmesi gözüne batan iktidar Reşat Fuat’ı tutukladı. Ama parti çalışmaları devam etti.
Birinci Dünya Savaşı sonunda dünyada esen demokrasi rüzgârının Türkiye’ye de getirdiği hava içinde hükümet sol partilerin ve sendikaların kurulmasına izin vermek zorunda kaldı. 1946 senesinde önce Adil Müstecaplı’nın yönetiminde bir sosyalist partisi kuruldu. Kendi dışında gelişen ve güçlenen bu parti girişimi karşısında Şefik Hüsnü kendi liderliğinde Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi TSEKP’yi kurdu, partinin illegal kadrolarının ortaya çıkmasına neden oldu. Böylece polis partinin üyelerini rahatça tespit edebilir konumuna geldi. Aralık 1946’da partiler eski komünistlerce yönetiliyor diye kapatıldı, yönetici ve üyelerinin çoğu tutuklandı. Hükümetin saldırısı yalnız partiye değil, tüm demokratik güçlere, bu arada Tan Gazetesine de yönelikti. Hükümet başlayan soğuk savaş döneminde Sovyetlerle olan ilişkilerini kesip, Batı’ya, ABD’ye yöneldi. Amerikalılar İkili Anlaşmalarla Türkiye’ye gelip oturdular,
Partiyi yeniden canlandırmak için Zeki Baştımar parti çalışmalarının başına geçti. Tam parti ayağa kalkarken 1951 senesinde Mihri Belli ve Sevim Tarı’nın provakatif tutumları nedeniyle yeni bir tutuklama başladı.