Değerli Yoldaşlar,
MUSTAFA Suphilerin, Ethem Nejatların kurduğu, Nazımların, Bilenlerin yaşattığı partimiz Türkiye Komünist Partisi, TKP’mizin kuruluşunun 104.yılını kutlamak için toplanmış bulunuyoruz. Konumuz bellidir. Önümüzde duran görev değişmemiştir, aynıdır: 1980’li yıllarda Nabi Yağcı ve şürekâsının partimizi soktuğu ve 90’lı yıllarda reel sosyalizmin çökmesiyle derinleşerek sürmüş olan likidasyon batağından kurtarmak ve yeniden ayağa kaldırmaktır. Partimizin ve işçi sınıfının geleneğini devletten veya likidasyondan aldıkları güçle yozlaştırmaya çalışan SİP-TKP, TİP ve diğer örgüt ve gruplarla mücadele etmek, Marksist-Leninist ilkeleri ardıcıl olarak savunmaktır.
Reel sosyalizmin çöküşüyle yaşanan büyük yenilgi ve yıkım ortamında likidasyondan çıkış çok daha zorlaşmıştır.
Separat ve desentral çalışma yöntemi
Geçen yılki toplantımızda partimizi ayağa kaldırmak için tutulacak halkanın işçi sınıfı içinde örgütlenmek olduğunu, bunun yolunun da seperat, desentral çalışma yöntemi olduğunu saptamıştık. Buna göre her yoldaş kendi çevresini tarayacak, çevresindeki fabrikalarda çalışan işçiler, üniversitedeki öğrenciler, gençler, kadın ve çevre hareketindeki aktivistlerle ilişkiler kuracak, onlardan partimize üye ve sempatizan kazanacaktı. Partimizi işçi yataklarında örgütleyecekti. Unutmayalım: Fabrikalar kalemizdir!
Bir sene sonra dönüp baktığımızda bu konuda çok büyük bir ilerleme kaydettiğimizi söyleyemeyiz. Ama bazı yoldaşlarımız küçümsenmeyecek başarılar elde etmişler, işçilerle, sendikalarla bağlar kurmuşlardır. Bu yolda yapacağımız, gideceğimiz çok yol vardır.
Geriye değil ileriye bakacağız
Bazı yoldaşlar ise yeni çalışma yöntemini tam kavramış değiller ve hâlâ eski yoldaşlardan bir şeyler çıkartma çabası içindeler. Geçen toplantımızda da artık bu sürecin kapandığını bir kez daha saptamış, hedefimizin yeni kadrolar kazanmak olduğunu belirtmiştik. Ama bizi arayan her yoldaşa da kapımızın açık olduğunu açıklamıştık.
Burada bir kez daha tekrarlayalım: Şiko ve Yelkenci yoldaşların 1973 ruhuyla ayağa kaldırmaya çalıştıkları TKP-1920; Suphilerin ve Nejatların kurduğu, Nazım ve Bilenlerin yaşattığı TKP’dir. Bir kez daha TKP üyelerini TKP-1920 ile ilişki kurmaya çağırıyoruz. Geçmişte TKP içinde görevi ve konumu ne olursa olsun TKP-1920 ile ilişki kurmayanların, hâlâ fraksiyonculuk yapanların, TKP’deki konumunu kullanarak kariyerizm peşinde koşanların üyelikleri düşmüştür. Hâlâ bu yönde gidenler bir gün kendilerinden hesap sorulacağını bilmelidirler. TKP-1920, TKP geleneğini yaşatmaya, partimizi Marksist-Leninist temellerde ayağa kaldırma mücadelesine 1973 ruhuyla devam edecektir.
Yoldaşlar,
Bugünkü toplantımızda da partimizi ayağa kaldırma çalışmalarımıza ışık tutması için hem dünya işçi ve komünist hareketinden hem de ülkemiz işçi hareketinden, halkımızın mücadelesinden bazı dersler çıkartmaya çalışacağız. Sınıf mücadelesi her dönemde çok çetin olmuştur. Ama yaşadığımız yenilgi koşullarında bu mücadele çok daha ağır ilerlemektedir. Her koşulda bize yol gösterecek olan tarihimizdeki deneylerdir.
Tarihimizden çıkarılacak dersler
Marks-Engels ve Komünistler Birliği
Tarihe baktığımızda yalnız Komünist Partileri kurmanın ne kadar zor olduğu değil, aynı zamanda onları geliştirmenin, korumanın ve yaşatmanın da kolay olmadığını görürüz. Bu daha Marks-Engels döneminde böyleydi. Komünist partisi kavramını ilk kullanan, bir komünist partisi oluşturmaya ve yaşatmaya çalışan yine onlardı. Marks ve Engels 1848’de Komünistler Birliği için yazdıkları programa Komünist Partisi Manifestosu demeleri tesadüf değildi. Engels hiçbir zaman sosyalist manifesto demeyi düşünmedik der, çünkü o zamanlarda da işçi sınıfı mücadelesinde kendine sosyalist diyenlerle komünist diyenler birbirinden kesinkes ayrılıyordu.
Kendisine sosyalist diyenler daha çok ütopistlerdi. Onlar kapital ve kâr için bir tehlike teşkil etmiyorlardı, her türlü toplumsal kötülüklerin bertaraf edeceği ütopik bir toplum, bir sosyalizm vadediyorlardı. Bunlar işçi hareketi dışındaki “okumuşlardan”, orta katmanlardan destek arıyorlardı.
Toplumu kökten ve tümden değiştirecek olan komünistlerdir
Bir de işçi sınıfının, tek başına politik dönüşümlerin yetersizliğini gören ve toplumun, burjuva toplumunun total, tümden, kökten bir değişiminin zorunluluğunu talep eden kesimi vardı ki, bu kesim o zamanlar kendisini komünist olarak adlandırıyordu. Onların komünizm hakkındaki görüşleri daha çok kabaydı, ama toplumun temel sorununa verilen cevap çok açıktı: Kendine sosyalist diyen ütopistler toplumdaki kötülükleri sayıyorlar, bunları yok edeceklerini vaadediyorlar, politik düzenlemelerle, refomlarla yetiniyorlar, “okumuş” aydın kesimden, orta katmanlardan medet umuyorlardı.
Oysa özünde sosyalizmin de komünizm gibi kapitalizmi kökten değiştirme diye devrimci bir içeriği vardır. Ama o zaman ütopistler onun bu devrimci içeriğini boşaltmışlardı. O dönem kendilerine komünist diyenler ise politik reformlarla yetinmiyorlar, bu kapitalist burjuva toplumunun kökten dönüştürülmesinin zorunluğunu dile getiriyorlardı. Marx ve Engels toplumda köklü dönüşüm isteyen bu komünistler için program yazdılar ve ismini de Komünist Partisi Manifestosu dediler. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da bunu kapitalist toplumun bu tümden dönüşümünü bilimsel temellere oturttular ve bunun ancak komünistlerle, komünist partisiyle hayata geçirilebileceğini gösterdiler. Onlar Manifesto ’da komünistleri diğerlerinden ayıran özellikleri bir bir saydılar:
Komünistleri diğer işçi partilerinden ayıran özellik
Marx ve Engels’e göre işçi sınıfı hareketi içinde kendisine proletarya partisi diyen çok parti vardır. Komünistler diğer işçi partileri karşısında özgül, olağanüstü bir parti değildir ama komünistleri onlardan ayıran özellikler vardır: Komünistlerin tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarı yoktur, proletarya hareketini kalıplara sokacak özgül ilkelere karşıdırlar, onlar proletaryanın farklı ulusal mücadelelerinde tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız çıkarlarını savunurlar, yani onlar enternasyonalisttirler, onlar pratikte işçi partilerinin en kararlı, onları daima ileri iten kesimidir, diğer proleter yığınlarına göre teorik olarak proletarya hareketinin koşulları, seyri, genel sonuçlarını anlayabilen kesimdir. Komünistlerin uzak hedefi proletaryanın diğer partileriyle aynıdır, sosyalizm ve komünizmdir. Komünistlerin yakın hedefi, proletaryanın sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin devrilmesi, proletarya tarafından politik iktidarın zaptedilmesidir. Bu o zaman yakın hedefti, bugün de yakın hedeftir, orta hedeftir. Uzak hedef sömürü ve zulmün ortadan kalktığı, gerçek özgürlükler toplumu sosyalizmi, giderek komünizmi kurmaktır.
Türkiye işçi sınıfı ve proletaryanın sınıf olarak oluşması
Marx ve Engels’in kendi dönemleri için bu söyledikleri, bugün bizim içinde bulunduğumuz koşullara ne kadar benzediğini söyleyebiliriz. Bugün Türkiye’de eski Marx-Engels dönemi ütopistleri gibi kendilerine yalnız sosyalist değil, komünist diyen SİP-TKP’sinden TİP’ine kadar birçok parti, örgüt ve kişiler vardır. Bunlar da o zamanki ütopistler gibi bugün Türkiye’de kapitalizmin işçi ve emekçi yığınlara getirdiği kötülükleri: açlığı, yoksulluğu, işsizliği, köleliği, evsizliği, eğitimsizliği, kadına ve azınlıklara zulmü, çevreye ve doğa tahribatını ve kapitalizmin daha nice barbarlığını sayarak, insanın insan tarafından sömürüsüne son verecek özel mülkiyeti kaldırıp toplumsal mülkiyeti sağlayacak bir sosyalist devrim için mücadeleyi öne koyduklarını söylemektedirler. Bunlar işçi sınıfı dışında özellikle aydın kesimlerden, orta katmanlardan destek görmekteler, kapital ve devlet için bir tehlike teşkil etmediklerinden legal olarak çalışabilmektedirler.
Günümüz Türkiye’sinde kapitalist toplumu kökten değiştirmek ve dönüştürmek için mücadele eden komünistler, yani Marksist-Leninistler hâlâ yasaktır. Çünkü onlar proletarya hareketinin koşullarını, seyrini ve genel sonuçlarını anlayıp görebilen ve ona göre sınıf mücadelesinde teorik ve pratik olarak atılabilecek adımları saptayan ve uygulamaya koyacak olan işçi sınıfının öncü bölüğüdür. Burada teorik ve pratik olarak atılacak ilk adım Marx ve Engels zamanında da, Leninizm döneminde de ve günümüzde de aynıdır: “proletaryanın sınıf olarak oluşmasıdır”, yani kendiliğinden sınıf olmaktan çıkıp kendisi için sınıf olma bilinç ve konumuna gelmesidir. Bu olmadan proletarya ne burjuva egemenliğini devirebilir ne de iktidarı zaptedebilir. Bu nedenle Marx ve Engels yakın hedefi tarif ederken önce proletaryanın sınıf olarak oluşması, sonra burjuva egemenliğine son verip iktidarı almasıdır. Bugün bizim “ütopistlerin” anlamadıkları da budur: İşçi sınıfının kendisi için sınıf haline gelmesi. Oysa 60’lı, 70’li yıllarda Türkiye sol ve işçi hareketi içinde en çok tartışılan konu bu idi: Türkiye işçi sınıfı kendiliğinden sınıf mı, kendisi için sınıf mı? Solu bölen bu tartışmalara işçi sınıfı 15-16 Haziran dev çıkışıyla son verdi. Türkiye işçi sınıfı artık kendisi için sınıftı. Tabii ki, bu bir eylemlik iş değil, 1962 Kavel greviyle başlayan bir mücadele süreciydi. Hemen söyleyelim biz bugün bundan çok uzağız. İşçi sınıfı aldığı ağır yenilgiler sonunda yeniden kendiliğinden sınıf konumundadır. Kendisi için sınıf konumuna yükseltilmesi gerekmektedir.
Burjuvaziye karşı sınıf ve demokrasi mücadelesi ve kendisi için sınıf olmak
İşçi sınıfının kendisi için sınıf olması proletaryaya gökten zembille inmez, kendiliğinden “Allah’ın yardımıyla” ise hiç olmaz. Proletarya kendisi için sınıfa ancak burjuvaziye karşı verilecek sınıf savaşları içinde varacaktır. Bu sınıf savaşları yalnız ekonomik değil; politiktir, demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesidir, bugün Erdoğan düzenine karşı savaştır, eşit haklar ve özgürlüğü için mücadele eden Kürt halkıyla dayanışmadır. Özellikle bu dayanışma Türk işçilerinin enternasyonalist ruhla sınıf olarak oluşmasının bizim toplumumuzda ayrı bir yeri vardır.
Bu sınıf mücadeleleri içerisinde kendisini sınıf olarak oluşturan Türkiye proletaryası diğer müttefikleriyle birlikte burjuva iktidarını devirip iktidarı alarak sosyalizme doğru hamleler yapabilir, sosyalist devrimi gerçekleştirebilir. Bizim “ütopistler” ara aşama dedikleri demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesini, Kürtlerle dayanışmayı “gereksiz yük” sayıp hemen sosyalist devrime geçmek istemektedirler. “Olmayacak duaya âmin” diyen bizim burjuvalar da veryansın bunları desteklemektedir. Çünkü onlar için tehlike, işçi ve emekçilerin demokrasi, hak ve özgürlükler, Kürtlerle dayanışma için ayağa kalkmaları, savaşa girmeleri ve kendilerini yıkacak sınıf olarak oluşmasıdır. Kendisine komünist, işçi partisi, örgütü ve grubu diyenlerle bizim aramızdaki fark burada yatmaktadır. Onlar sosyalist devrim derken biz işçi sınıfını kendisi için sınıf yapacak mücadelesi diyoruz. Çünkü önde duran görev proletaryayı kendiliğinden sınıf olmaktan çıkarıp kendisi için sınıf olma konumuna getirmektir. Önde duran görev ve devrimin ilk aşaması demokrasi ve özgürlükler mücadelesidir, 1973 programımızda yazılı olan “ileri demokrasi”dir.
Nâzım ve İşçi Sınıfına Selâm
Nâzım Türkiye İşçi Sınıfına Selâm şiirinde bunu çok güzel anlatır. O işçi sınıfına hitap ederken
“Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri”
demekte ve uzak hedefimiz sosyalizmi tarif etmektedir. Ama oraya varmak için işçi sınıfımızın önünde verilecek mücadele vardır. Önce meydanlarda hasretimizin haykırılması gerekiyor. Nâzım,
“Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!”
derken de sosyalizme varmak için günümüzde verilecek savaşları bir bir sayıyor: emperyalizme karşı savaş, toprak için, iş, aş için savaş, gericiliğe karşı savaş, eğitim için savaş. İşçi sınıfı ve emekçiler bu savaşlar içinde bilenecek ve “son” sınıf savaşına hazırlanacaktır.
Dalga dalga gelişen işçi savaşı ve hareketi ve ilk yenilgi
Yoldaşlar, tarih bize öğretti ki, sınıf savaşı dalga dalga gelişir, kabarır, önündekini ya ezip geçer ya da kırılır, yenilir, geri çekilir. Marx ve Engels Manifesto’yu yazarken İşçi savaşı yükselişteydi. Ama Manifesto çıktıktan hemen sonra Fransa’da 1848 Haziran Ayaklanması’nın, ki bu ayaklanma proletaryanın burjuvaziyle ilk büyük kapışmasıydı, yenilgisiyle işçi hareketi durakladı, geriledi. Yenilmek zor iştir. Hele sınıf savaşında yenilmenin sonuçları çok ağırdır. Bugün bizde olduğu gibi yenilgi dönemlerinde işçi sınıfının sosyal ve politik çıkışları esamesi okunmayacak kadar cılızdır. Her çıkış gaddarca bastırılır, komünist partisine yaşam hakkı tanınmaz, takip, kovuşturma, tutuklama öyle bir boyut alır ki, parti kendi kendini lağvetmek zorunda kalır. 1848’de de bu yaşanmıştır. Saldırı ve tutuklamalardan sonra Marx Komünistler Birliği’ne fiilen son vermiş, ama komünistler birlikteliklerini sürdürmüşlerdir. Bu yenilgi dönemlerinde burjuvazinin farklı kanatları arasındaki hegemonya savaşı öne çıkar, kızışır. Bu da proletaryaya toparlanmak için yeni olanaklar sağlar.
İşçi sınıfı ve sol güçlerin eylem birliği ve 1. Enternasyonal
Avrupa işçi sınıfının1848 yenilgisinin etkisinden kurtulması 1864 senesine, 1. Enternasyonalin kuruluşuna kadar sürdü. Yani işçi sınıfının bir yenilgiden kurtulup ayağa kalkması uzun zaman almaktadır. 1864 yılında Avrupa işçi sınıfının egemen sınıfa karşı yeniden güç topladığını gören Marx 1. Enternasyonali kurmak için harekete geçti. Ama Enternasyonal Komünistler Birliği değildi, neden? Çünkü Marx Komünist toplum için mücadele etmek isteyen, mücadeleye hazır olan tüm proletaryayı bir çatı altında bir araya getirmek istiyordu. Bu çatı 1. Enternasyonal idi ve bu çatı yalnız komünistleri değil, İngiliz Tred-Unionistlerinden, Fransız, İtalyan, İspanyol Proudhoncularından, Anarşistlerinden, Alman Lasalcılarına kadar savaşmak isteyen tüm kesimleri kapsamalıydı. Bazıları Marx ve Engels’in Enternasyonal deneyinden çıkarak Türkiye’de de kendine sol, sosyalist, komünist diyen gruplar birleşsin, bir birlik, bir parti kursun diyorlar. Bu Marksist bir yaklaşım değildir. Çünkü bu grupların hiçbirinin sınıf diye bir dertleri yoktur. Bunlar ya ütopik konumdalar ya da kendi dar grupları içinde boğulmaktadırlar.
Oysa Marx’ın Enternasyonalini oluşturanlar işçi sınıfı içinde örgütlenen ve savaşan grupların birliği, sol bir birlikti. Bu nedenle de böyle geniş bir çatının programı Komünist Partisi Manifestosu olamazdı. Marks bunların hepsini kapsayacak bir program ve tüzük hazırladı. Enternasyonal çalışmaya başladı. Anarşistlerle yaşanan zorluklara rağmen işçi hareketi yeni bir ivme kazandı.
İlk proletarya diktatörlüğü Paris Komünü: Zafer ve yenilgi
- Enternasyonal
Enternasyonal’le proletaryanın ilk zaferi Paris Komünüdür. 1871’de Paris Komünü ile 72 gün de olsa proletarya iktidarı aldı. Büyük bir deney kazandı. Fransız ve Alman ordularının saldırısı karşısında komün yenildi. Daha sonra Enternasyonal de dağıldı. Ama işçi hareketi ulusal alanda örgütlenerek yeni bir boyut ve güç kazandı.
Her ülkede yeni devrimci, kapitalist düzeni kökten dönüştürecek sosyalist ve sosyaldemokrat partiler doğdu. O zaman sosyalist veya sosyal demokrat partiler içerik olarak komünist partilerdi. İsim değil içerik önemlidir. Bu yeni koşullarda, doğan yeni partilerle II. Enternasyonal kuruldu.
İşçi hareketinde oportünizm ve reformizm dönemi
Marx ve Engels bu ülke sosyalist ve sosyaldemokrat partilerinin devrimci bir pratiğe ve devrimci bir programa sahip olmaları için sürekli mücadele ettiler. Bunun en tipik örneği Gotha Proramının eleştirisidir. Ama bu dönemde kapitalizm de gelişti, serbest pazar ekonomisinden tekelci kapitalizme, emperyalizm aşamasına yükseldi.
Emperyalizm çağında burjuvazi uluslararası alanda sağladığı sömürü ve ekstra kârdan işçi sınıfı içinde bazı kesimlere pay vererek oportünizmi ve reformizmi yaydı. Marx ve Engels’in devrimci ilkeleri revize edilmeye başlandı. Kapitalizmin köklü, radikal, devrimci dönüşümlerle değil reformist yollardan bir gün sosyalizme geçileceği savunulmaya başlandı. Bunlar Bernsteinlar, Kautskiler, Bauerlerdi. İşçi sınıfı hareketi içerisinde devrimci mücadele ve tutum değil uzlaşmacı tutum egemen olmaya başlamıştı. Bu işçi sınıfının burjuvazi karşısında yepyeni düzeyde yeni bir yenilgisiydi. Bir anlamda proletarya hareketinin burjuvazi tarafından teslim alınmasıydı. Bunlara karşı mücadele ve komünist içeriğin yeniden işçi sınıfı saflarında egemen kılınması gerekiyordu.
Leninizm dönemi: Demokratik devrimden sosyalist devrime giden yol
Marx 1. Enternasyonalde işçi hareketi içerisindeki o kadar farklı grupları birleştirirken, işçi sınıfının entellektüel gelişmesine tam güveni vardı. Kapitale karşı mücadelede eylem ve tartışmanın zorunlu birliği onları bu “şarlatanlığın” yetersizliği bilincine getirecek ve işçi sınıfının kurtuluşunun yolunu açacaktı. Ve öyle de oldu. Emperyalizm çağında işçi hareketi Lenin’i yarattı. Lenin bu reformist, revizyonist, oportünist teslimiyetçilere karşı mücadeleyi başlattı.
1905’te İki Taktik’te demokratik devrim aşamasını, işçi-köylü devrimci demokratik diktatörlüğü savunan Lenin 1917 Şubat Devrimi sonrası Sovyetlerde örgütlenen işçileri Nisan Tezleriyle iktidarı almaya hazırlayarak, 20 yıl süren inişli-çıkışlı bir mücadeleden sonra Rusya’da işçi sınıfının iktidarı almasını, muzaffer olmasını sağladı. Lenin burada emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri, bu çelişkilerin çözümünde onların savaştan başka bir yol bilmediğini, savaş ortamında gelişen devrimci süreçleri çok iyi değerlendirdi, işçi sınıfının kendi kurtuluşu için yarattığı örgütlere, Sovyetlere güvendi. Savaşan Rusya işçileri, Menşevik ve Eserlerin yetersizliğini görüp Bolşeviklere katılma gereğini gördü ve devrimci yükselişi sosyalist devrime dönüştürmesini başardı.
Yeniden Komünist Partilerinin kuruluşu ve Komintern
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında yalnız Rusya’da değil tüm Avrupa’da devrimci bir yükseliş vardı. İşçi ve emekçiler burjuva iktidarları devirmek, iktidarı almak için mücadeleye geçmişlerdi. Reformizmin egemen olduğu sosyalist ve sosyaldemokrat partilerden kopuşlar olmaya, Bolşevikleri örnek alarak işçi sınıfının devrimci mücadelesine öncülük edecek partiler kurulmaya başlandı. Kapitalist topluma tümden son verecek olan bu partilerin ismi komünist partisiydi. Tüm Avrupa ülkelerinde bu devrimci kabarışı yönetmek ve başarıya ulaştırmak için bir merkez gerekiyordu. Bu merkez 1919’da kurulan III. Enternasyonal, Komintern oldu. Komintern’in bu devrimci süreçte, bu devrimci durumda işlevi Avrupa işçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği savaşı koordine etmekti.
1920’ler: Sönen devrimci yükseliş, stabilize olan kapitalizm ve Sovyet iktidarı
1920’lerin ilk yarısında Avrupa’da devrimci durum sönmeye başladı, kapitalizm kendisini stabilize etti. Ama Rusya’da kurulan Sovyet iktidarı dünyada yeni bir durumdu, yeni bir aşamaydı. Sovyet iktidarı kapitalist-emperyalist sistemin tek başına dünya hâkimiyetine son vermiş, dünya ölçüsünde insanlğın kapitalist sömürü ve talan çağından kurtuluşu olan sosyalizm çağına reel olarak geçişini başlatmıştı. Bu ise emperyalistler için kabul edilebilecek bir durum değildi, tarihin geri çevrilmesi, Sovyetlerin yok edilmesi gerekiyordu. Tüm emperyalist güçler birlik olup Sovyetlere saldırıya geçtiler.
Sovyet iktidarıyla dünya ölçüsünde sınıf savaşı yeni bir düzeye yükselmişti: Kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki savaş. Dünya ölçüsünde bu savaş hem uluslararası hem ulusal düzeyde tüm sınıf ve diğer mücadeleleri: ulusal mücadeleleri, kadın ve doğa tahribatı sorunlarını derinden etkiliyordu. Bu koşullarda Sovyetlerle dayanışma, emperyalistlerin Sovyetlere saldırısını kırma sınıf mücadelesinin ve diğer mücadelelerin başına yerleşti. Komintern’in bir işlevi de bu mücadeleyi yönetmek ve koordine etmek oldu.
Türkiye ve 1. Dünya Savaşı sonunda yükselen devrimci süreç
Yoldaşlar,
Birinci Dünya savaşı sonlarında Türkiye Avrupa’da yükselen devrimci sürecin içinde ve onun etkisindeydi. Almanya ile birlikte savaşı kaybeden Osmanlı, Türkiye antant devletleri tarafından işgal edilmiş, halk bitap düşmüş, çaresiz, ne olacağını bilemeyen bir konumdaydı. İttihatçı generaller yurt dışına kaçmış, ülkede kalan ulusalcı generaller de bir çıkış yolu bulamıyordu. İşgalci Antant devletlerine karşı direnmek gerekiyor, ama bunun nasıl olacağını bilmiyorlardı. Onlar da çaresizdi. İşte tam bu sırada Kuzey’de, komşumuz Rusya’da Lenin önderliğinde işçi ve köylüler çarı devirip iktidarı aldılar. Rusya işçi ve köylülerinin bu zaferi Türkiye işçi ve köylüleri için hem bir umut hem de ayağa kalkmak, direnmek, savaşmak için bir güç oluşturdu.
Mustafa Suphi: Türkiye ve Sovyetler
Hele İttihatçıların Sinop kalesine sürdükleri, 1914 senesinde oradan Rusya’ya kaçan ve Büyük Ekim Devrimi ile birlikte esirlikten kurtulan, Bolşeviklerle birlikte çalışan, Ekim Devrimine ve ilk Komintern kongresine katılan Mustafa Suphi gibi bir Türkiyeli Bolşevikin ve komünistin Moskova’da olması Türkiye işçi ve köylüleri, halkları için güç kaynağı idi. Mustafa Suphi Rusya’da hemen işe koyuldu, Türkiyeli esir askerler ve Rusya’da çalışan Türkiyeliler arasında sosyalizm, Bolşevizm propagandası yapmaya, onları örgütlemeye başladı.
Sovyet hükümetinin yardımıyla Türkiyeli komünistlerin yayın organı “Yeni Dünya” dergisini çıkartmaya başladı. Rusya’daki Müslüman halklarla ve onların liderleriyle sıkı ilişkiler kurdu. Mustafa Suphi eğittiği Türkiyeli askerlerden Kızıl Ordu ile birlikte Beyaz Orduya karşı savaşacak alaylar kurdu. Bu eğitilmiş askerlerden bazılarını komünist örgütler kurması, halka Sovyet iktidarını anlatmaları için İstanbul ve Anadolu’ya gönderdi. Anadolu’da büyük bir Sovyet ve Bolşevik hayranlığının doğmasında Suphi’nin dolaysız katkısı olmuştur.
Mustafa Suphi ve 10 Eylül 1920 Bakü: TKP’nin kuruluşu
Suphi oluşturduğu bu alaylarla iç savaşa katıldı. Sovyet iktidarının zaferi için Kırım’da ve Ukrayna’da Beyaz Ordu’ya, Taşkent’te Basmacılara karşı savaştı. Azerbaycan’da Sovyet iktidarının kesin zafere ulaşmasından sonra 1920 Mayıs’ında Bakü’ye geldi. Artık Türkiyeli komünistleri birleştirme ve Türkiye’de Ulusal Kurtuluş Savaşına katılma zamanıydı. Suphi hemen çalışmalara başladı. İstanbul ve Anadolu’daki parti birimleriyle, komünistlerle ilişkiler kurdu. Mustafa Kemal’in Mustafa Suphi’nin Anadolu’da bir kongre toplamasına pek taraf olmadığından, Suphi de 1920 Eylül’ü başında Bakü’de toplanacak Doğu Halkları Kongresi’ni de fırsat bilerek delegeleri Baku’ya çağırdı. Doğu Halkları Kongresi’nden sonra 10 Eylül 1920’de parti kongresi toplandı.
Çoğu kişi TKP’nin bu kongresini sanki birbirinden tamamen kopuk 3 örgütün, Sovyetler ’deki, İstanbul’daki, Anadolu’daki 3 örgütün birleşmesi olarak görür. Bunlar hiçbir zaman birbirinden kopuk örgütler değildi. Hepsi Mustafa Suphi ile Yeni Dünya ile bağlantılı veya dolaysız onların etkisi altındaki örgütlerdi. Hepsi Bolşevik ruhla eğitilmiş, Sovyet ve Lenin’in önemini anlayan örgütlerdi. 10 Eylül 1920’de Bakü’de oluşturulan parti, Marksist-Leninist ilkeleri, Komintern’in politikasını benimseyen, Sovyet iktidarını savunan, Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halklarının öncüsü Türkiye Komünist partisi TKP idi. Bu parti Büyük Ekim Devrimi’nin dolaysız etkisi altında, ulusal kurtuluş savaşının içinde doğmuş enternasyonalist bir partidir. Bu parti işçi sınıfımızın, emekçi halkımızın emperyalist-kapitalist sömürü ve baskıya karşı, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için mücadelede bugüne kadar yaşayan ve yaşatılan en güçlü silahıdır. İşçi sınıfının bu silahtan yoksun olduğu bir ülkede halkların eşitliği, egemen güçlere karşı özgürlük, demokrasi ve sosyalizm savaşı başarıyla yürütülemez. Bu 1920’li yıllarda da böyleydi, şimdi 2020’li yıllarda da böyledir. 1920’de Komünistler ulusal güçlerle birlikte Anadolu’da Antant’a, Yunanlılara karşı savaşırken İstanbul ABD Mandacılığı peşinde koşuyordu.
Mustafa Kemal Samsun’da: Anadolu’da yükselen Bolşevik rüzgârı
Yoldaşlar,
1919’da Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Anadolu’da İstanbul’un bitkin ve çaresiz havasından bambaşka bir havayla karşılaştı. Anadolu’da halk yenilginin miskinliğini üstünden atmış, yukarıdan, Sovyetlerden gelen Bolşevik rüzgârın hızıyla padişahlığı, ağalığı, paşalığı yıkma, kendi halk iktidarını kurma özgüvenini kazanmıştı. Mustafa Kemal Samsun’dan, Havza üzerinden Erzurum ve Sivas’a giderken halkın ve Türkiye’nin kurtuluşunun, Ulusal Kurtuluş Savaşının ancak Sovyetlerle birlikte emperyalizme, Antant devletlere karşı savaşıldığında kazanılabileceği görüşüne varmıştı.
Yalnız Türkiye değil emperyalist baskı ve sömürüsüne karşı savaşan tüm doğu halklarının kurtuluşu Sovyetlerle birlik olmaktı. Mustafa Kemal hemen Moskova ile ilişkiye geçti. Lenin’e mektuplar yazdı, Mustafa Suphi’yle mektuplaştı. Sovyet yardımları gelmeye başladı. Artık Antant’a karşı savaş göze alınabilirdi
Komintern II. Kongresi: Emperyalizme karşı mücadele antiemperyalist mücadeleye yükseliyor
Tam bu dönemde 19 Temmuz-7 Ağustos tarihleri arasında Moskova’da toplanan Komintern II. Kongresinde de ulusal ve sömürgeler sorunu ele alındı. Lenin Kongre için kaleme aldığı tezlerde, dünya politikasındaki gelişmelerin odağına “dünya burjuvazisinin Rus Sovyet Cumhuriyeti’ne karşı savaşının” yerleştiğini belirtiyordu. Sovyet Cumhuriyeti etrafında “kaçınılmaz olarak bir yandan tüm ülkelerin gelişmiş işçilerinin şuralar hareketi, diğer yanda da sömürgelerin ve ezilen halkların ulusal bağımsızlık hareketi” bulunmaktadır, “ki bunların Sovyet iktidarının dünya emperyalizminin karşısında zaferinden başka kurtuluşları yoktur.” Sovyetlerin zaferi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçilerin ve ezilen halkların ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferine, ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferi de Sovyetlerin zaferine bağlıdır. Bu nedenle farklı ulusların emekçilerinin yakınlaşması lafta kalmamalı, “tüm ulusal ve kolonyal kurtuluş hareketlerinin Sovyetler Birliği ile sıkı ittifakını gerçekleştirecek bir politika yürütmelidirler.” Bu politikanın adı antiemperyalist politikadır. Sömürge, bağımlı ve yarı bağımlı ülkelerin emperyalizme karşı mücadeleleri Sovyet iktidarı ile birlikte ilk kez kurtuluşa ulaşabilecekler, bağımsızlıklarına kavuşabileceklerdir. Bu ülkelerin emperyalizmden kurtulmak için Sovyetlerle birlikte olmaktan başka çareleri yoktur. Bunun dışında emperyalizme karşı her direniş emperyalizm tarafından boğulmaya, bir emperyalist ülkeden diğer bir emperyalist ülkenin sömürgesi olmaya mahkûmdur. Antiemperyalizm Sovyet iktidarıyla birlikte çıkmış bir kavramdır.
Lenin geri kalmış, özellikle feodal ve ataerkil ilişkilerin ağır bastığı ülkelerde “tüm komünist partilerinin burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi gerektiğini” vurgular ve dinsel, gerici, ortaçağ unsurlarıyla ve Panislamist gibi hanları, ağaları, mollaları güçlendiren emperyalist destekli akımlarla mücadele edilmesi gerektiğini belirtir. Lenin’e göre bu yeni tarihsel aşamada ulusal kurtuluş hareketleri dünya sosyalist devriminin ayrılmaz bir parçasıdır ve gelişmiş kapitalist ülkelerin proletaryası ve ezilen halkların ulusal kurtuluş hareketlerinin kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleleri birlikte olmalıdır. Bu aşamanın adı antiemperyalist aşamadır.
1920 Bakü Doğu Halkları Kurultayı
Bu mücadeleyi geliştirmek ve birliği güçlendirmek için hemen Komintern’in II. Kongresi sonrasında 1 Eylül 1920’ de Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı toplandı. Kurultaya Çin’den, Hindistan’dan, Orta Asya halklarından Anadolu’ya kadar birçok halk delege gönderdi. En kalabalık heyet Türkiye’dendi. Kurultayda Komintern Kongresi kararlarına uygun olarak Sovyet devriminin önemi vurgulandı, Komintern’in ezilen doğu halklarının emperyalizme karşı burjuva demokratik karakterli ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklendiği vurgulandı ve bu halkların kurtuluşunun ancak Sovyetler Birliği ile sıkı işbirliği içinde mümkün olduğu, aksi takdirde emperyalizmin sömürü ve baskısından kurtulamayacakları belirtildi. Kurultay “Bütün ülkelerin proleterleri birleşiniz” belgisini, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları, birleşin!” olarak değiştirdi.
Türkiye’den kalabalık bir heyetin katılmasının bir nedeni Mustafa Kemal’e varıncaya kadar Türkiye’de Emperyalizmden kurtuluşun ancak Sovyetlerle sıkı işbirliği ile mümkün olacağı kanısının yaygın olmasıydı. Bu nedenle kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında Mustafa Suphi ve Mustafa Kemal’in ortak yanı Sovyetlerle kurulması gereken bu işbirliği idi. 1921’de Mustafa Kemal’in bu işbirliğinden vaz geçmesiyle Türkiye tekrar bugüne kadar süren emperyalizme bağımlı ülke haline gelmiştir.
10 Eylül 1920: TKP kuruluyor, antiemperyalist mücadele yükseliyor
Doğu Halkları Kurultayı’ndan hemen sonra 10 Eylül 1920’de yine Bakü’de toplanan TKP Kongresinde bunlar bir kez daha görüşüldü, tartışıldı ve TKP’nin kuruluş kongresine yansıdı. Türkiye’de emperyalizme karşı milli hareketi destekleyen, emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş Savaşını öne alan, ulusal kurtuluşun sosyal kurtuluşa evrilmesi için mücadeleyi hedefleyen, özgür halkların özgür birliği temelinde demokratik federatif şuralar cumhuriyetini savunan bir politika saptandı. Şimdi bu politikayı uygulamak için Anadolu’ya gitmek gerekiyordu.
Ama yollar kapalıydı. Ermenistan’da Taşnak, Gürcistan’da Menşevik yönetimler vardı. Yanlarındaki Kızıl Alayla buraları yarıp geçmek zordu. Diğer yandan Mustafa Kemal kararsızdı. Tam gelsinler demiyordu. Kızıl Alay ona lazımdı, gelse hemen Batı Cephesine göndermek istiyordu. Ama “hariçten gelip teşkilat yapmak lüzumsuzdur. Ancak Büyük Millet Meclisi nezdinde mesul bir murahhasınızla bizimle temin-i rabıta mümkün olmalıdır” diyordu.
Mustafa Kemal taa başından beri Sovyetlere hiçbir zaman ısınmamıştır. İngilizler yüz vermediği için Sovyetlere gitmek zorunda kalmıştır. Komintern II. Kongresinde de belirtildiği gibi ezilen halkların emperyalizmden kurtulması için Sovyetlerle birlikte olmaktan başka çaresi yoktu. Sovyetlerle sıkı bir ittifak içinde emperyalizme karşı birlikte savaşmaları gerekiyordu. Mustafa Kemal ise sıkı bir ittifaka taraftar değildi. Emperyalizme karşı savaşta Sovyetlerden sırf askeri ve mali yardım gelsin istiyordu. Ama bunun da Sovyetlerle işbirliği olmadan olmayacağını görüyor ve halka Rusya’daki Tatar, Başkır ve diğer müslüman halklar Sovyet yönetimini kabul ettiğine göre biz de kabul edebiliriz diyordu.
Mustafa Kemal ve İngiliz işbirliği- Antiemperyalist mücadelenin sonu
Bu “belirsizlik” durumu Aralık 1920’ye kadar devam etti. Aralık 1920’de Kızıl Ordu Beyaz Ordu’yu yenmiş, Kafkaslara dayanmış, Moskova’da Sovyet iktidarı kesin zafere ulaşmıştı. Bu ise dünya politikasında köklü değişiklik demekti. Dünyada emperyalizmin tek başına hükümranlığı sona ermiş, kapitalist sistemin yanında sosyalist bir sistem doğmuş ve dünya ölçüsünde sınıf savaşı iki sistem arasında savaşa dönüşmüştü. Bu yeni durumda emperyalizm, en başta İngiliz emperyalizmi için en önemli sorun Moskova’daki Sovyet iktidarına son vermek, bunun için de Sovyetleri ablukaya almaktı.
Sovyetleri güneyden ablukaya almak için ise en önemli ülke Türkiye idi. İngilizler hemen Mustafa Kemal ile ilişkiye geçtiler. Sevr’i görüşmek için Londra’da bir konferans toplayacaklarını bildirdiler. Bu Mustafa Kemal’in yıllardan beri beklediği teklifti. Sovyetlere “muhtaç olmaktan” kurtulmanın yoluydu. Komintern’in II. Kongresinde saptananlar doğruydu. Eğer bir ülke gerçekten emperyalizmin sömürü ve baskısından kurtulmak istiyorsa Sovyetlerle sıkı birlik içinde olması gerekiyordu. Orta Asya Cumhuriyetleri Bakü Doğu Halkları Konferansı’nda bir kez daha vurgulanan bu birlik sayesinde emperyalizmin sömürü ve talanından kurtuldular. Bu sıkı birliği istemeyenleri ise özellikle 1922’den sonra emperyalizm yeniden elde etti, çünkü bu yıllardan sonra dünyada devrimci yükseliş düşmeye, kapitalizm yeniden stabil olmaya başlamıştı. Emperyalizm eski sömürgelerini tekrar kendi etkisi altına almaya yöneldi. Türkiye bunlardan biri idi.
Londra Konferansı ve emperyalizmle uzlaşma ve Suphilerin katli
Artık Ankara’da hava değişmişti. Moskova’yla değil Londra ile “flört” başlamıştı. Londra’ya gitmek ve İngilizlerin güvenini kazanmak için Anadolu’daki Sovyet etkisinin kırılması, komünist örgütlenmesinin sonlandırılması gerekiyordu. İşte Ankara’da bu kararlar alınırken Mustafa Suphi ve yoldaşları için Bakü’de daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Bir an evvel gidip Kurtuluş Savaşına katılmaları gerekiyordu. Bakü’den 14 yoldaşıyla yola çıkan Mustafa Suphi 28 Aralık 1920’de Kars’a ulaştı.
Kazım Karabekir tarafından çok iyi karşılanmalarına rağmen Kars’ta bekletilmeleri onları kuşkulandırıyordu. Bu arada Mustafa Kemal Ankara’da Çerkez Ethem’i, Yeşil Ordu’yu, Halk İstirakiyum Fırkasını bertaraf etmekle meşguldü. Bu işleri tamamladıktan sonra Kazım Karabekir’e Mustafa Suphileri sınır dışı etmesi için gerekli talimatı verdi ve onları Trabzon’da Enverci İttihatçılara teslim etti. Sonu belli yoldaşlar. 28-29 Kanun-i Sani 1921’de Kayıkçılar Kâhyası Yahya’nın tayfaları tarafından Karadeniz’de barbarca katledildiler. Bunun hesabı bir gün sorulacak. Kemalistler ve Türk burjuvazisi bunu böyle bilsin.
Suphilerin katli: Türkiye işçi sınıfının ilk büyük yenilgisi
Mustafa Suphilerin katli bizim için yokluğu bugüne kadar hissedilen büyük bir kayıptır. Onların katli, Çerkez Ethem’in, Yeşil Ordu’nun bertaraf edilmesi, başta Salih Hacıoğlu olmak üzere Halk İştirakiyun Fırkası yöneticilerinin tutuklanması yeni doğmakta olan ülke işçi ve komünist hareketi için büyük bir yenilgiydi, ama yok olmak değildi. Komünistler her fırsatta yeniden ayağa kalkmasını bilmişlerdir. Bu, koşullara göre bazen uzun bazen de kısa sürebiliyor. Ama yoldaşlar Suphilerin katliyle birlikte 1921 yılı başında yaşananlar Türkiye’nin kaderini belirleyen bir yenilgidir: Türkiye Sovyet dostu demokratik gelişen bir ülke mi olacak, yoksa emperyalizme bağımlı otoriter, geri kalmış bir ülke mi kalacak?
Mustafa Suphilerin katli Mustafa Kemal’in emperyalizme bağlılık, anti demokratik yolu seçmesi demekti. 1921’de aldığı bu yenilgiden Türkiye hâlâ çıkmış değildir. Çıkış işçi sınıfının diğer demokratik ve devrimci güçlerle birlikte başta Erdoğan’ı yenip ileri demokratik devrimi gerçekleştirmesidir.
Frunze ve Sovyet yardımıyla kazanılan Kurtuluş Savaşı
Mustafa Suphilerin katlinden sonra Ankara hükümeti Şubat 1921’deki Londra Konferansına katıldı. Ama Londra Konferansı’na giden Mustafa Kemal’in heyeti umduğunu bulamadı. Mustafa Kemal Misak-ı Milli sınırları içinde bir devlet istiyordu. İngilizler ise bugünkü sınırlar içinde modern, Sovyetlere karşı tampon bir devlet istiyordu. İngilizler çoktan Ermeni ve Kürt otonom bölgelerinden vazgeçmişler, Anadolu’nun doğusunu Mustafa Kemal’e bırakmışlar, batısını da “Yunanlıları yenerseniz alırsınız” demişlerdir.
Yunanlılarla savaşmak için askeri ve mali yardıma ihtiyaç vardı. Bu yardım da ancak Sovyetler’den gelebilirdi. Sovyetler de Ankara yönetimiyle ilişkilerini düzeltmek, Anadolu’nun Sovyetlere karşı emperyalizmin bir harekât alanı olmasını istemiyordu. Lenin Frunze’yi Ankara’ya yolladı. Mustafa Kemal Frunze’den Sovyet yardımını garantiledi. Bu yardımlarla Yunanlıları Ege’den attı, Lozan’da Türkiye üzerindeki hâkimiyetini ilan etti.
1922 TKP II. Kongresi – Halk İştirakiyun Fırkası
Frunze’nin gelmesiyle birlikte Mustafa Kemal başta Salik Hacıoğlu olmak üzere Halk İştirakiyum Fırkası yöneticilerini serbest bıraktı. Onlar hemen partiyi yeniden ayağa kaldırmak için harkete geçtiler, kısa zamanda örgütlendiler ve 15 Ağustos 1922’de Kongreyi toplama kararı aldılar. Ama Mustafa Kemal kongreyi yasaklattı, buna rağmen kongre Komintern delegelerinin de katılımıyla gizli olarak toplandı. Sona gelmiş olan Ulusal Kurtuluş Savaşından sonra işçi ve emekçilerin, köylülerin örgütlenmesi ve mücadelesinin yükseltilmesi için kararlar aldı. Salih Hacıoğlu Genel Sekreter seçildi. Kongreden sonra partiyi örgütlemek için yoğun bir çalışma başladı. Salih Hacıoğlu bir heyetle 5 Kasım-5 Aralık 1922’de toplanacak Komintern 4. Kongresine katılmak üzere Moskova’ya gitti.
Lozan Konferansı ve TKP yasağı
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bitiminden sonra Kasım 1922’de Lozan’da toplanacak Konferansa Mustafa Kemal Sovyetlerden değil İngilizlerden yana olduğunu göstermek için Ekim 1922’de partiyi tekrar yasaklattı. Yeni bir komünist avı başlattı. Tutuklamalardan kurtulabilenler İstanbul’a kaçtılar. İstanbul o zaman daha işgal kuvvetlerinin kontrolündeydi, komünist hareket nisbeten serbestti. Ayrıca İstanbul’da partinin Şefik Hüsnü yönetiminde çalışan bir örgütü vardı. Savaş bitmiş, Mustafa Kemal’in artık acil bir Sovyet yardımına ihtiyacı kalmamıştı. Mustafa Kemal bir kez daha ikiyüzlülüğünü ortaya koydu. Ama İngilizlerden yediği her şamardan sonra Sovyetlere dönmek zorunda kaldı. İkiyüzlülüğünü sürdürdü, yani Türkiye Sovyetlerle Emperyalizm arasında bir tampon devlet olma durumunu sürdürdü. Bu durum Mustafa Kemal ölünceye kadar sürdü.
İkinci Dünya savaşı ve sonrasında ise Türkiye tam olarak emperyalizmin yanında yer aldı. Emperyalizmin antikomünist, anti Sovyet gemisine binip yelken açmıştır. Bu Türkiye’nin çıkarlarıyla taban tabana zıttı. Marşal yardımları, Kore savaşı, NATO üyeliği ABD ve emperyalizme bağımlılığın, tarafgirliğin ilk adımlarıydı.
Komintern Kongreleri ve Şefik Hüsnü dönemi
1922’de toplanan Komintern 4. Kongresine İstanbul parti örgütünden de bir heyet geldi. İki heyet birleştirildi, tek heyet oldu. Başta Sadrettin Celal Antel olmak üzere Kemalist devrim dâhil Türkiye’deki politik gelişmeleri değerlendiren konuşmalar yapıldı. Mustafa Kemal’in ikiyüzlülüğü, emperyalist yanlısı tutumu gözler önüne serildi. Kongreden sonra heyet İstanbul’a döndü. Partiyi yeniden ayağa kaldırmak gerekiyordu. Bu görev Şefik Hüsnü’ye verildi. Legal Aydınlık dergisi partinin yayın organı konumundaydı. 1925’te İstanbul’da partinin 3. Kongresi toplandı. Şefik Hüsnü Genel Sekreter seçildi. Bundan sonra 1959 yılında ölünceye kadar partinin inişli çıkışlı, takip ve tutuklamalarla dolu gelişmesini ve mücadelesini belirleyen yöneticisi oldu. 30 yıldan fazla süren bu dönem parti tarihinin en olumsuz, parti içi çatışmaların en ağır olduğu dönemdir.
Şefik Hüsnü daha çok aydınlarla çalışmayı tercih etmiştir. Nedim Tör, Şevket Süreyya, Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi Kemalist aydınları partiye musallat eden Şefik Hüsnü olmuştur. Kemalist devrimi değerlendirmekte eksik ve hataları olmuştur. Zamanında aydın kadrolardaki Kemalist eğilimlerin üstüne gitmemiştir. 1925’te gelmekte olan tutuklanmaktan kurtulmak için yurt dışına çıkarken partiyi Nedim Tör, Şevket Süreyya gibi Kemalist aydınlara bırakmakta bir beis görmemiştir. Partiyi bu yöneticilerden kurtarmak için 1927’de İstanbul’a geldiğinde Nedim Tör’ün ihanetine uğramış, tutuklanmıştır. Partideki bu çıkmaza son vermek için Nazım Pavli adasında kongre toplamak zorunda kalmıştır. Partide iki başlılık ortaya çıkmış, 1932’de toplanan 4. Kongre buna son vermiştir.
Komintern 7. Kongresi ve TKP
Bu dönemde partide sık sık tutuklamalar olmuş, yenilgiler üst üste gelmiş, parti her seferinde kendini toparlamış, ama parti çalışmasında bir sıçrama sağlanamamıştır. Komintern 7. Kongresindeki Halk Cephesi politikasının uygulanmasında zorluklar çekilmiş, faşizm dönemindeki desentralizasyon veya separat politikası partinin likidasyonu olarak anlaşılmış, yer yer dağınıklıklar yaşanmıştır. Bunun üzerine Komintern Türkiye’ye parti çalışmalarını düzenleyen yeni bir genelge yollamak zorunda kalmıştır.
1939’da Şefik Hüsnü sırf legal alanda çalışmak üzere Türkiye’ye gönderilmiş, parti örgüt çalışmalarını Reşat Fuat yürütmüştür. II. Dünya Savaşının en çetin günlerinde faşizme karşı Sovyetlerle güçlü bir dayanışma hareketi başarılmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra dünyada esen demokrasi rüzgârı Türkiye’ye de ulaşmış, sendika ve siyasi parti kurma serbest bırakılmıştır. Burada Müstecaplı yönetiminde geniş kapsamlı bir sosyalist parti girişimini destekleme yerine Şefik Hüsnü parti kadrolarının legalize etme pahasına TSEKP’yi kurmuştur. Legal dönem kısa sürmüş. Sol parti ve sendika kurmak yine yasaklanmış. Şefik Hüsnü ve birçok partili tutuklanmıştır. Böylece Parti yeniden bir yenilgi daha yaşamış olmuştur.
- Dünya Savaşı sonrası TKP ve Türkiye
Gündeme yeniden partiyi toparlama görevi oturmuştur. Bu görevi Zeki Baştımar- Yakup Demir üstlenmiştir. Yakup Demir partiyi kısa zamanda toparlamış, partinin çalışma gündeminde; ülkeyi Sovyetlerle dostluk politikasından koparıp ABD’nin uydusu haline getirmek, ülkeyi Batıya yamamak isteyen önce İnönü hükümetinin, daha sonrada Menderes-Bayar iktidarına karşı mücadele duruyordu. Türkiye bir maceraya sürükleniyordu. Bu macera Türkiye’nin Kore savaşına katılması ve NATO üyeliği serüveniydi.
Bu serüven 1950’de iktidara gelen DP iktidarının daha ilk yıllarında Bayar-Menderes tarafından Kore’ye asker gönderme ve NATO’ya girme adımlarıyla hızlandırıldı. Marşal yardımlarıyla ABD bağımlılığı “uşaklık” düzeyinde pekiştirildi. Ama Menderes ve Bayar bu Amerikancı politikalarına karşı koyacak gücün komünistler ve onların etkin olduğu Barış Derneği olduğunu biliyorlardı. Çünkü onlar 40’lı yıllarda İnönü hükümetine karşı kuruluş mücadelelerinde Komünistlerin desteğine başvurmuşlardı. Bunlar komünistlerin Amerikan ve Batı karşıtlığını çok iyi biliyorlardı.
1951-52 Tevkifatı: Büyük bir yenilgi
Menderes ve Bayar ABD yolunda yürüyebilmek, Kore’ye asker göndermek ve NATO’ya girebilmek için önce komünistlerin bertaraf edilmesine karar verdiler. Bu o zamanlar ABD’nin dünya çapındaki komünizmle ve Sovyetlerle mücadelesinin önemli bir parçasıydı. Bayar ve Menderes TKP’ye tarihe 51-52 Tevkifatı olarak geçen büyük bir saldırıya geçtiler. Partinin Yakup Demir, Reşat Fuat, Şefik Hüsnü olmak üzere hemen hemen tüm yönetici ve üyeleri tutuklandı. Yıllarca Sansaryan Hanında tabutluklarda işkence gördüler, bir yıl boyunca yargılandılar, ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu tutuklamalarda ve duruşmalarda Sevim ve Mihri Belli’nin olumsuz rolleri olmuştur.
Bu tutuklama yenilgiden de öteye partimiz için büyük bir darbeydi. Partide ilk kez büyük bir bölünme yaşandı. 10 yıla varan cezalardan sonra serbest kalan yöneticiler arasında bu bölünme tam olarak ortaya çıktı. Mihri Belli, Kıvılcımlı ve çevresi kendilerini parti ilan edip yurt dışında DDR’de olan ve başında Bilen ve Nazım Hikmet’in bulunduğu Bizim Radyo’yu tanımadıklarını belirttiler. Bunlar gerçekten ayrı bir baş çekiyorlardı. Hem hapishanedeki hem de hapishane sonrası tutumları komünistçe bir tutum değildi. Onlar Türkiye’de 68 Hareketi içinde savundukları MDD ile kendilerinin Kemalist olduklarını bir kez daha ortaya koydular ve partiden atıldılar.
TİP, MDD ve 68 Hareketi
Ama kavga devam etti. Zira bu MDD’yi savunanlar tutumlarıyla işçi ve gençlik hareketine büyük zarar verdiler. TİP’e karşı çıktılar, onlar TİP’in güçlenmesinin işçi, sendikal hareketle Marksist hareketin, yani TKP’lilerle birleşmesinin sonucu olduğunu kabullenemediler, düşmanca davrandılar. Devrimci gençleri TİP’ten koparıp Kemalizmin kuyruğuna taktılar, onların antiemperyalist mücadelelerini işçi sınıfının demokrasi ve sosyalizm mücadelesinden, dünya çapında giden barış ve sistem savaşının bir parçası olmasını engellediler. Sonunda bu devrimci gençleri devletin hedefi haline getirdiler, 12 Mart askeri darbesiyle bu gençlerin katledilmelerine neden oldular.
12 Mart’la işçi ve gençlik hareketi büyük bir yenilgi aldı, Denizleri, Çayanları, Sinanları kaybettik. Onlarla Türkiye işçi sınıfı, gençlik hareketi, Türkiye halkları Mustafa Suphilerden sonra bir kez daha önderlerini kaybetti. Günümüze kadar onların yeri aranmaktadır.
Leipzig ve Bizim Radyo
Hapishaneden çıktıktan sonra 60’lı yılların başında Yakup Demir yurt dışına çıktı, Leipzig’de Partinin yurtdışındaki merkezi ve başında Bilen ve Nazım yoldaşların bulunduğu Bizim Radyo vardı. Parti merkezinin daha 1957 senesinde Bilen yoldaşın öncülüğünde Moskova’dan Lepzig’e DDR’e taşınması ve Bizim Radyo’nun kurulması parti için bir dönüm noktası oldu. O zamanlar kapitalist NATO ülkeleri DDR’i tanımıyordu. Bu nedenle partinin DDR’de çalışmalarını protesto edemiyorlardı. Parti rahat çalışabiliyordu. 70’li yıllarda Türkiye DDR ile diplomatik ilişkiler kurduktan sonra DDR Türkiye’nin protesto ve baskılarına aldırış etmeyerek enternasyonal dayanışmanın ender örneklerinden birini verdi.
Partinin DDR’e gelmesinin en önemli yanlarından biri Batı Avrupa ve Türkiye’ye yaklaşmış olmasıydı. Hele 60’lı yıllarda Batı Avrupa’ya Türkiye’den işçi göçünün başlamasıyla parti merkezinin DDR’de olmasının önemi bir kat daha arttı. Artık Türkiye ile canlı bağlar kurulabilirdi. Parti Batı Almanya ve Batı Avrupa’daki işçi ve öğrenciler arasında örgütlenmeyi başa aldı. Ahmet Saydan yoldaşı Batı Avrupa’ya yolladı. Saydan yoldaş ilk adımları attı. Fransız, Belçika ve Batı Almanya’da komünist partileriyle ilişkiler kurdu. Ama bu çalışmalar sınırlı kaldı. İşte tam da bu sırada özellikle Batı Berlin ve Batı Almanya’daki işçi ve öğrenciler arasında hızlı bir örgütlenme başladı. İşçi ve öğrenciler Türk hükümetlerinin yurtdışına işçi gönderme politikalarını sorgulamaya başladılar; nedenini emperyalizme bağımlılık sonucu ülkenin geri kalmışlığı olarak belirlediler. Bu bağımlılıktan kurtuluşun yolu ise sosyalizmdi. İşçi ve öğrenciler arasında sol, sosyalist dernekler kurulmaya başlandı. Şimdi partinin bu gruplarla, bu grupların da partiyle ilişki kurması gerekiyordu.
1973 Atılımı’na giden yol
Partinin 1950’lerde başlayan yenilgiden çıkışı bu ilişkilerin kurulmasında düğümleniyordu. Bu ilişki 1969’da kuruldu. Ama Demir yoldaşın hastalığından dolayı çok bir mesafe kat edilemedi. 1973 yılında Demir yoldaşın görevden alınıp Bilen yoldaşın Genel Sekreter olması, PB’nun Şiko ve Yelkenci yoldaşlarla güçlendirilmesiyle parti çalışmaları yeni bir ivme kazandı. Hemen yeni bir parti program ve tüzüğü hazırlandı, örgütlerde tartışmaya açıldı. Programda yakın hedef sosyalizme doğru açılacak olan ileri demokrasiydi. Uzak hedef sosyalizm ve komünizmdi. İleri demokratik devrimle sosyalist devrim arasında bazılarının dediği gibi Çin duvarlarıyla ayrılan aşamalar yoktur. Burada ileri demokrasinin toplumdaki güçler dengesini işçi sınıfı ve emekçiler lehine sürekli değiştirerek sosyalizme doğru evrilmesidir, sürekli devrim anlayışıdır.
İleri demokrasi günümüz koşullarında da partimizin yakın hedefidir. Tüzüğün temel anlayışını demokratik merkeziyetçilik, işyerlerinde ve mahallerde örgütlenme oluşturuyordu. Fabrikalar kalemizdir! yönümüzü belirleyen belgimizdi. Tüzükteki önemli bir ayrılık Kürdistan Yöre Komitesinin kurulmasıydı. Bu bugün Türkiye’de Kürdistan Komünist Partisi’nin oluşturulmasına evrilmiştir. Tüzüğümüzdeki bu ilkeler bugün de geçerlidir.
1973 ve Türkiye ile bağlar
Yoldaşlar, 1973’de önde duran en önemli görev partiyi Türkiye’de örgütlemek, onun işçi sınıfı içinde kök salmasını sağlamaktı. Bunun için Batı Avrupa’daki işçilerin Türkiye ile bağlarını değerlendirmek, Batı Avrupa’dan Türkiye’ye köprübaşları kurmak gerekiyordu. Bu işi hayata geçirmek için Şiko ve Yelkenci yoldaşlar Batı Avrupa’ya gönderildi. Kısa zamanda bu görev başarıldı. Türkiye ile bağlar kuruldu. Komiteler, fabrika ve mahallelerde komiteler oluşturuldu. Parti işçi sınıfına, işçi sınıfı da öncüsü TKP’ye kavuştu. Bu işçi sınıfı ve onun sendikal hareketinin Marksist hareketle buluşması demekti. Parti tarihimize 1973 atılımı olarak geçen dönem böyle başladı. Böylece 1951’den beri devam eden 20 yıllık yenilgi dönemi sona erdi. Parti ve işçi sınıfı ayağa kalktı. Dev 1 Mayıs gösterileri, Mess grevleri, gençlerin, kadınların “yolumuz işçi sınıfının yoludur” belgisi 73 Atılımı’nın dolaysız etkisi sonunda gerçekleşti. 70’li yıllarda kadın ve gençlik hareketinin güçlenmesinde güçlenen işçi hareketinin dolaysız etkisi olmuştur. Burada şu konuyu bir kez daha vurgulamak gerekiyor. 73-Atılımı tek başına Bilen Yoldaşın Genel Sekreter olmasına ve PB’nin Şiko ve Yelkenci yoldaşlarla güçlendirilmesine indirgenemez. Önemli olan bu yoldaşların Marksist hareketi, yani TKP’yi işçi hareketiyle buluşturma çabalarıdır. Burada bir TKP üyesi olan İbrahim Güzelce’nin ve işçi sınıfı hareketinin TKP ile buluşmasının zorunluluğunu gören Kemal Türkler’in katkılarını özellikle vurgulamak gerekir.
Yükselen devrimci hareket ve 12 Eylül darbesi
Türkiye’de devrimci bir süreç gelişiyordu. Bu koşullarda ülkede bir dönüşüm hayal edebilebiyordu. Oysa Türkiye Sovyetlerin dibinde bir NATO ülkesiydi. ABD asla böyle bir dönüşüme izin vermezdi. Türkiye’nin kurtuluşunu dünya ölçüsünde giden sistem savaşı belirleyecekti. Bunu maalesef bugüne kadar Türkiye solunun büyük bir kesimi anlamış değildir. Buna rağmen güçlü bir sol birlik ve demokratik ittifakla bazı başarılar elde etmek mümkündü. Burada iğneyi kendimize de batırmak gerekir. ABD Türkiye’deki devrimci mücadeleye daha fazla göz yumamadı. 12 Eylül 1980’de generallere yaptırttığı darbe ile devrimci yükselişi durdurmakla kalmadı, Türkiye’yi sonuçları bugün bile yaşanan bir çıkmaza soktu. Bugün yaşadığımız ekonomik yıkımın müsebbibi neoliberal ekonomik politikalar, Erdoğan’ın otoriter, İslami faşizan rejiminin temeli olan Anayasa 12 Eylül askeri darbesinin eseridir.
Sovyetlerin çöküşü işçi ve komünist hareket için en büyük yenilgi ve yıkımdı
12 Eylül askeri darbesi Türkiye işçi ve devrimci güçlerinin üstünden silindir gibi ezdi geçti. Binlercesi tutuklandı, işkenceden geçirildi, öldürüldü, idam edildi. Bu partimiz de dâhil devrimci güçler için büyük bir darbe ve yenilgiydi. Bu darbe ve yenilgiden kendisini toparlayan ve ayağa kalkan PKK yönetimindeki Kürt Özgürlük Hareketi olmuştur. Onlar Kürt halkının ulusal ve sosyal kurtuluşu için kesin bir mücadele içine girdiler. Ama Türk kesiminde dağınıklık hâlâ devam etmektedir. Buna bir de 1989 senesin de reel sosyalizmin yıkılması eklendi. Bu, Türkiye ve dünya işçi sınıfı için tam bir yıkım ve yenilgi oldu. Türkiye ve dünya işçi ve emekçileri 35 yıl geçmesine rağmen kendilerini hala bu yıkımdan kurtarmış değillerdir. Onların bu kez ayağa kalkmaları daha uzun zaman alacağa benzemektedir. Yalnız işçi sınıfı değil, onların öncü partileri Komünist partilerde bir dağınıklık yaşanmaktadır. Ne zaman ayağa kalkacakları ise belli değil, çünkü kafalar açık değildir. Marksizm-Leninizm inkâr edilerek bir yere varılamayacağı hâlâ anlaşılmış değildir. Komünistlerin durumu her zamankinden daha vahimdir.
TKP’de likidasyon
Komünist partileri içinde durumu en kötü olan partilerden biri partimiz TKP’dir. Bunun özgül ve genel nedenleri vardır. Özgül neden 12 Eylül koşullarından çıkmak için uygulanacak politikalardı. Genel neden reel sosyalimin dağılmasının getirdiği yıkımdı. TKP 12 Eylül darbesinin askeri rejimine son vermek için diğer sol ve demokratik güçlerle eylem birliği ve demokratik geniş cephe politikalarını öngördü. Bu yönde önemli adımlar da attı. Ama TİP ve TSİP eylem birliği yerine birlik ve birleşme politikalarını önerdiler. SBKP de partimize bu birlik politikasının daha doğru olacağını dayattı. Sonunda Sovyetlerin önerisi kabul edildi. Bu politikayı uygulamak üzere Nabi Yağcı ve şürekâsı parti yönetimine getirildi. Bu partide politik, ideolojik ve örgütsel olarak büyük bir kırılmaydı.
Nabi Yağcı politik olarak burjuvaziyle uzlaşma, ideolojik olarak Kemalizm’e teslim olma, örgüt olarak da partiyi likide etme yoluna gitti. Buna birde Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka politikaları ve reel sosyalizmin dağılması eklenince parti legalizm batağında boğduruldu, üyelerinin çoğu çürüdü, savruldu, dağıldı. Devlet de partiye son darbeyi vurmak için başını Kemal Okuyan, Aydemir Güler, Metin Çulhaoğlu, Erkan Baş gibi kendisine SİP diyen Troçkist bozması bazı Kemalist küçük burjuva antikomünistlere bir TKP kurdurttu. Partimizin geleneğine, ideolojisine politikasına açık saldırıya geçtiler. Toplumda yanlış bir TKP imajı yaratmaya kalkıştılar. Devlet bununla da yetinmedi. SİP-TKP’yi parçaladı, Erkan Baş’a yeni bir TİP kurdurdu. TİP geleneğini de yozlaştırmaya başladılar. Önümüzde bu devlet icazetli SİP-TKP ve TİP’le mücadele durmaktadır. Bunun yolu da partimiz TKP’yi Marksist-Leninist temellerde, Mustafa Suphilerden bugüne kadar geleneğine sahip çıkarak yeniden ayağa kaldırmaktır. Bunun kolay olmadığını, her zamankinden daha zor olduğunu görüyoruz. Zorun üstesinden gelmekte biz komünistlerin görevidir.
Reel sosyalizmin yıkılışı, tarihin akışının duraklaması
Yoldaşlar, şu an karşımızda duran en büyük zorluk hem dünyada hem Türkiye’de işçi sınıfının içinde bulunduğu durumdur. Sistem savaşını işçi sınıfı kaybetti, tekelci burjuvazi kazandı. Burjuvazi eline tarihi bir fırsat geçirmiş oldu. 1917’de kaybettiklerini yeniden kazandı. Tarihin ileri doğru yol alan tekerleğini en azından durdurdu. Bunu geri döndürmeye çalışıyor. Ona göre tarihin sonu kapitalizmdir, sosyalizm macerası artık bitmiştir. Bizde inadına insanlığın sömürüden ve zulümden kurtuluşu olan sosyalist düzeni savunuyoruz. Savunmak yetmiyor, sömürü ve zulme karşı savaşacak sınıfı, işçi sınıfını ayağa kaldırmak, burjuvazinin esaretinden kurtarmak gerekiyor. Sorun bunun nasıl yapılacağı ve başarılacağıdır.
Antiemperyalist savaşın sonu
İşçi sınıfının yenilgisiyle toplumdaki özel mülkiyetin, kapitalizmin daha kolay ezdiği kimliğe dayalı kadın, gençlik, çevre ve azınlıkların ve halkların mücadeleleri öne çıktı. Bunlar egemen sınıflara karşı zaman zaman kıyasıya bir mücadele vermektedirler. Ama mücadelenin sınıf ayağı eksik olduğu için, yani Sovyet iktidarının olmayışı, komünist hareketin cılız olması nedeniyle kimlik mücadeleleri sistem sınırlarını aşamamaktadır.
Özellikle ulusal kurtuluş savaşları ve hareketleri antiemperyalist bir savaş ve hareket olma niteliklerini kaybetmişlerdir. Bu hareketler kendilerini ezen emperyalist devlete karşı savaşıyorlar, ama başarı elde etmeleri hemen hemen imkânsızdır. Tek başarıları emperyalist devletlerarasındaki çelişkilerden yararlanarak bir emperyalist devletten diğerinim egemenliğine geçmeleridir.
Sonunda bu kimlik hareketlerinin mücadeleleri Yeşil veya Sosyaldemokrat partilerine yaramaktadır. Türkiye’de de CHP’ye yarıyor. Kimlik temelli mücadelelerin başarısı sınıf mücadelesiyle buluşmalarına bağlıdır. Bunların sınıf mücadelesiyle bağını kuracak olan da işçi sınıfının Marksist-Leninist partisidir, yani Suphi, Nazım, Bilen geleneğine dayanan partimiz TKP’dir. O halde tutulacak ana halka TKP’yi ayağa kaldırmaktır. Bu nasıl olacak? Nasıl başarılacak?
TKP’yi ayağa kaldırma mücadelesi
TKP’yi ayağa kaldırmak onu işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde örgütleyerek, onları ekonomik ve politik mücadelelere katarak, onların mücadelelerinin içinde olarak gerçekleşecektir. Burjuvazi işçi sınıfını ve emekçileri esir almıştır, ama burjuvazinin sömürü ve zulmü, pahalılık ve savaş, yağma ve talan onları harekete geçmeye zorlamaktadır. Bizim bu mücadelelerin içinde olmamız gerekmektedir. Burjuvazi sömürüsüz yaşayamadığı gibi savaşsız da yaşayamaz. Bugün ABD ve Batı emperyalist güçler Avrupa’nın ortasında Ukrayna’da, Yakın Doğu’da- Kürdistan’da ve Filistin’de bir savaş yürütüyorlar. Bu savaşların yükü işçi ve emekçilerin sırtına bindirilmektedir. İşçi ve emekçiler her gün daha çok fakirleşmekte, bir avuç tekeller ise zenginleşmektedir. Sömürüye, savaşa ve fakirliğe karşı dünyanın her yerinde cılız da olsa bir hareketlilik görülmektedir.
Bu hareketliliğin artmakta olduğu bir yerde ülkemizdir. Artık emekçi halkımız enflasyona, pahalılığa, savaşa karşı tepkiler vermeye başlamıştır. Bunun en son örneği yerel seçimlerdir. İşçi ve emekçiler, emekliler yerel seçimlerde Erdoğan’a beklenmedik bir ders verdi. CHP muhalefeti maalesef bu tepkiyi değişik şekillerde etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Halkın yükselen direnişini boğmaya çalışmaktadırlar. Özel’in Erdoğan’la görüşmeleri, sözde normalleşme politikasıyla Erdoğan’a açık bir destek niteliğindedir. Onlar bu davranışlarıyla egemen güçlerin etkisinden çıkamıyorlar, sözde devlet sorumluluğu ile hareket ediyorlar. Erdoğan’la seçimsiz bir dört sene yaşamayı planlıyorlar. Onlar da Erdoğan’la normalleşme olmayacağını çok iyi bilirler, ama sonunda bunlar da Erdoğan’ın gitmesini istemeyen çevrelerin bir parçasıdır.
Halkımız daha 4 sene Erdoğan ile yaşamak istemiyor
Ama yoldaşlar halkımız Erdoğan’la daha dört sene yaşamak istemiyor. Erdoğan’dan kurtulmanın yollarına bakıyor, bir çıkış yolu bulamıyor. Çünkü işçi sınıfı yerlerde, öncüsü TKP’miz hâlâ ayağa kalkamadı. Bu koşullarda Doğu’da Kürdistan’da savaşan Kürt halkıyla bir dayanışma gerçekleştiremedi. Milliyetçilikten ve şovenizmden kendini kurtaramadı. İşçi ve emekçi yığınlar egemen güçlerin etkisi altında. Burada yoldaşlar iğneyi birazda kendimize batırmamız gerekmektedir.
Temel ve baş çelişkiler
Bugün ülkemiz; sınıfsal, ulusal, sosyal, ekonomik, politik çelişkilerin üst üste yığıldığı, düğümlendiği bir ülkedir. Her bir alanda bu çelişkiler çözüm dayatmaktadır. Temel çelişki emek sermaye çelişkisi. Bu çelişkinin çözümüne giden yol baş çelişkilerin çözümüdür. Şu anda iki çelişki baş çelişki olarak öne çıkmaktadır. Birincisi gerici-faşizan Erdoğan rejimi ile halkımız arasındaki çelişkidir.
Bunun için Erdoğan rejimine son vermek, demokrasi ve özgürlükleri kazanmaktır. İkincisi Kürdistan’da giden savaşa son vermek, Kürt sorunun barışçıl demokratik bir çözümünü sağlamaktır. Hatta öyle ki Kürt sorununun çözümü Türkiye’deki baş çelişki ile iç içedir. Yani Erdoğan rejimine son vermekle Kürt sorununun çözümü iç içedir. Erdoğan Kürt sorunuyla Türk işçi ve emekçi halkını esir almakta ve iktidarını sürdürmektedir. Bu baş çelişkilerin çözümü Türkiye’de işçi sınıfının ve partimizin ayağa kalkmasıyla mümkündür. Kadın, gençlik, çevre ve ulusal alandaki mücadelelerin başarısı işçi sınıfının ve partimizin ayağa kalkmasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir.
Kürt Özgürlük Hareketi ve antiemperyalist mücadele
Türkiye’de bazı sol çevreler Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı çıkıyorlar, Kürt Özgürlük Hareketinin antiemperyalist bir mücadele vermediğini, emperyalistlerle işbirliği yaptığını ileri sürebilmektedirler. Bunlar antiemperyalist savaşın Sovyetlerin varlığına bağlı olduğunu, Sovyetlerin olmadığı bir dünyada antiemperyalist bir mücadele olamayacağını göz ardı etmekteler, Kürt hareketinin emperyalist ülkelerle kurduğu ilişkileri emperyalizmle işbirliği olarak nitelemektedirler. Sovyetlerin olmadığı bir dünya emperyalist-kapitalist bir dünyadır. Bu dünyada ulusal kurtuluş hareketlerinin tek yapacakları emperyalist devletlerarasındaki çelişkileri kullanmak ve kendine bir yaşam alanı sağlamaktır. Bugün bunu en iyi başaranlardan biri Kürt Özgürlük Hareketi’dir. Burada Kürt özgürlük hareketiyle dayanışma içinde olmak tüm komünistlerin, solcuların, devrimci demokratların ilk görevidir.
TKP olmadan özgürlük ve demokrasi mücadelesi başarılamaz!
Yoldaşlar, TKP’miz olmadan Türkiye işçi sınıfının, Türkiye halklarının sömürü ve baskıdan kurtuluşu, özgür ve demokratik bir Türkiye’yi oluşturması çok zordur. Onun için bizim kendimize sormamız gerekiyor. Neden partimizi hızla ayağa kaldıramıyoruz, halkımızı demokrasi ve özgürlüklerle buluşturamıyoruz. Bu konularda neden mesafe kat edemiyoruz? Bu toplantıda bunu enine boyuna tartışmamız gerekiyor. Şimdiye kadar yaptığımız deneylerden çıkarak söyleyebiliriz ki, işçi sınıfı ve yığınlar içinde örgütleme çalışmalarımıza hız vermekten ve onların mücadelelerinde yanlarında olmaktan başka yolumuz yoktur.
Bu yol zor, meşakkatli bir yoldur ama bunun üstesinden gelmekte biz komünistlerin boynunun borcudur.
Buradaki tartışmalarımızla partimizi ayağa kaldırmak için ileri!
Yaşasın TKP, Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!
Yaşasın Marksizm-Leninizm!